“Eğer birinden hiçbir şey
beklemezsen hayal kırıklığına uğramazsın.”
Sylvia Plath
, 11 Şubat 1963 günü yaşamına son verdi. Kimbilir neden
yapmıştı bunu? Sylvia’nın daha önce, Sırça Fanus’un son iyimser sayfalarında yazdığı gibi;
- o sırça
fanus ki bir kez çok parlak ve başarı biçimde, görünüşe göre tamamen ondan
kurtulmuş ama onun içinde yaşamış bir insanın berrak anlatımıyla, «sırça
fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü
bir düştür,» demişti.
Kitapta
kendimi bulduğum sayfalardan alıntılar;
Yapamadığım
şeyleri saymaya giriştim.
Yemek pişirmekle işe başladım.
Büyükannem ve annem yemek pişirmekte
öyle ustaydılar ki, her şeyi onlara bırakırdım. Bana sürekli şu ya da bu
yemeğin nasıl yapıldığını öğretmeye çalışırlardı. Ama ben yalnızca seyreder ve
verilen bilgiler bir kulağımdan girip ötekinden çıkarken, «Evet, evet,
anlıyorum,» der dururdum. Sonra da denediğim her şeyi berbat ettiğim için kimse
bir daha yapmamı istemezdi.
Okuldaki ilk yılım boyunca tek ve en
iyi arkadaşım olan Jody’nin bir sabah evinde bana omlet yapışını anımsıyordum.
Olağanüstü lezzette bir omletti bu. İçine fazladan bir şey koyup koymadığını
sorduğumda peynir ve sarımsak tozu koyduğunu söyledi. Bunu kimden öğrendiğini
sorduğumda da, hiç kimseden öğrenmediğini, kendisinin düşünüp bulduğunu
söyledi. Ama şu da vardı ki, Jody çok pratikti ve sosyoloji öğrencisiydi.
Stenografi de bilmiyordum.
Bu da demekti ki üniversiteden sonra
iyi bir iş bulamayacaktım. Annem kimsenin yalnızca edebiyat okumuş birini
istemediğini söyler dururdu. Ama steno bilen bir edebiyat mezunu bambaşka bir
şeydi. Öyle birini herkes isterdi. Gelecek vadeden bütün genç adamlarca aranır
ve sonra da birbiri ardından heyecan verici mektuplar kopya eder dururdu.
Ne var ki ben erkeklere herhangi bir
biçimde hizmet etme fikrinden nefret ediyordum. Ben kendi heyecan verici
mektuplarımı kendim yazdırmak istiyordum. Dahası, annemin bana gösterdiği
kitaptaki steno işaretleri t eşittir zaman ve s eşittir toplam uzaklık kadar
kötüydü.
Listem uzuyordu.
Çok kötü dans ederdim. Müziğe hiç
uyamazdım. Dengem öyle bozuktu ki, beden eğitimi dersinde ellerimizi yana açıp
başımızda bir kitapla dar bir tahta üzerinde yürüdüğümüz zaman hep yana
devrilirdim. Ne ata binebiliyor, ne de kayak yapabiliyordum. En yapmak
istediğim şeylerdi bunlar, ama çok pahalı sporlardı. Almanca konuşamıyor,
İbranice okuyamıyor ve Çince yazamıyordum. Önümdeki Birleşmiş Milletler
delegelerinin temsil ettikleri sapa ülkelerden çoğunun haritadaki yerlerini
bile bilmiyordum.
Orada, Birleşmiş Milletler binasının
ses geçirmez kalbinde, hem tenis oynayıp hem de simültane çeviri yapabilen Constantin’le
o bir sürü deyim bilen Rus kızının arasında otururken, ömrümde ilk kez kendimi
korkunç yetersiz hissettim. İşin kötüsü, oldum olası hep yetersizdim, yalnızca
bunu şimdiye dek hiç düşünmemiştim.
Başarılı olduğum tek şey burslar ve
ödüller kazanmaktı; o dönem de kapanıyordu artık.
Kendimi koşu yolu olmayan bir dünyada
yaşayan bir yarış atı gibi hissediyordum. Ya da üniversitede futbol
şampiyonuyken birden kendini Wall Street’te bir takım elbisenin karşısında
buluveren ve parlak günleri, bir mezarcının üzerine kazılmış bir tarih gibi
şöminesinin üzerindeki altın kupada kalan biri gibi.
Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı
gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum.
Her daim ucunda tombul, mor bir incir
gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir
eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir
profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika,
biri Constantin, Socrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha
bir yığın âşık, bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu
incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü
incir daha vardı.
Kendimi dalların çatallandığı noktada
otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar
veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin,
ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar
veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa,
ayaklarınım dibine düşüyorlardı.
Constantin’le evli olmanın nasıl bir
şey olacağını kafamda canlandırmaya çalıştım.
Sanırım sabah yedide kalkıp ona
jambonlu yumurta, kızarmış ekmek ve kahve hazırlayacak, o işe gittikten sonra
da üstümde gecelik, başımda bigudilerle sallana sallana kirli tabakları yıkayıp
yatağı düzeltecek ve o dışarıda hareketli, büyüleyici bir gün geçirdikten sonra
eve döndüğünde esaslı bir akşam yemeği bekleyecek, ben de geceyi daha da fazla
kirli tabak yıkayarak geçirecek ve sonunda bitkin düşüp yatacaktım.
On beş yıl boyunca sürekli tam not
almış bir kız için boşa harcanan, kasvetli bir yaşam olurdu bu, ama evliliğin
böyle bir şey olduğunu biliyordum. Çünkü Buddy Willard’ın annesi de sabahtan
akşama dek yemek pişirmek, temizlik yapmak ve çamaşır yıkamaktan başka bir şey
yapmıyordu. Oysa bir üniversite profesörünün eşiydi ve kendisi de bir zamanlar
bir özel okulda öğretmenlik yapmıştı.
Ve biliyordum ki bir erkeğin
evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve restoranlarda
yedirdiği akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik
işlemleri biter bitmez kadının Bayan Willard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının
altına serilmesiydi.
Kitabın Adı : Sırça Fanus
Yazarı : Sylvia Plath
Sayfa Sayısı : 256
Baskı Yılı : 2013