Bu
makaleyi, daha bebekken muayne ettiği sırada Türkan Saylan’ın üzerine işeyen
çok sevdiğim bir dostum için hazırladım. Annesi mahçup olmuş ama Türkan Hoca “gülsuyu
o gülsuyu ” diye cevap vermiş. Kitaptan öyle can alıcı alıntılara yer verdim ki
okuyan anlayacak Türkan Saylan’ın nasıl duyarlı, saygılı, insan sevgisiyle dolu
ve mütevazi bir insan olduğunu…
Aynı
zamanda bana başta kayınvalidem ile kayınpederim ve onların arkadaşları Bahriye
Teyze, Cihangir Amca, Handan Teyze, Ender Amca’yı hatırlattı. Çünkü bu insanlar
o dönemin idealist insanlarıydı ve herbiri Anadolu’ya gidip görev yapmaktan asla
çekinmediler. Köylüyü kalkındırmaktan geri durmadılar. Üstelik bunu zoraki
değil, inançla yaptılar.
Aşağıdaki
yazılan her bir satırda rakı sofralarında onlardan ilgiyle dinlediğimiz hikayelerin
olayların da bir bütünü mevcut aslında. Hepsinin kulakları çınlasın,
kayınperderimi de rahmetle anıyorum.
Yalnız
bu kadar olur “rakı sofraları” yazdım ve resmen rakı tadı geldi boğazıma iyi mi
?! Ben ki şarap kadını, üstelik şu an saat 09:28 çay içiyorum. Bu ne yaman
çelişki J
Darbeleri
yaşamış görmüş ve etkilerini anlattığı paragraf;
1980
yılının Eylül ayında, korktuğum başımıza geldi. Askerler bir darbeyle ülke
yönetimine el koydular. Bütün partiler,odalar, dernekler gecici olarak
kapatıldı. Terör korkusu yerini başka korkulara bırakmıştı. Tüm toplumsal ve
siyasi yapılanmalar alt üst olmuştu. Terörün odaklarından biri olarak
gösterilen ve saygınlığını kaybeden üniversite, işte o günlerde ne yazık ki bence
en büyük darbelerden birini aldı. 12 Eylül anayasasını yapma görevi,
üniversiteye değil Milli Güvenlik Konseyi emirlerine uyan bir grup öğretim
üyesinin sorumluluğuna bırakıldı. Zaten 27 Mayıs darbesi sırasında, 147’ler
olayından dolayı üniversitelerde bozulma başlamış, birçok değerli öğretim
üyesinin askere gammazlanarak görevlerinden atılmasıyla içten içe bir çürüme
yaşanmış, kurum saydamlığını kaybetmişti. Şimdi bizi daha zor günlerin
beklediği besbelliydi. Ne yazık ki, üniversite, sivillerin hazırladığı
anayasanın bize bol geldiği gerekçesiyle, ortadan kaldırılmasına karşı koymadı,
koyamadı. Oysa sığ politikalara karşı tavır alıp söz söylemesi gereken en
önemli kurumdur üniversite; aklın, bilimin sözcüsü olmalıdır. Üniversite, akıl
ve bilimle siyasetcilere yol göstermezse, yapılan hatalarda onun da payı olur.
Üniversitenin
sus pus olduğu, sistemin tek tip öğrenci yetiştirmeye başladığı bir dönemde
yaşamaya başlamıştık. Gençlere sadece bir mesleğin teknik yanları öğretilmeye
başlandı ama çağdaş, düşünen, tartışan, kendini ifade edebilen, onuruna sahip,
eşitlikçi bir insan olabilmeleri için gereken donanım verilmedi. Bir mesleğin
toplumla bağlantıları, ülke kalkınmasındaki ve uluslararası ölçütlerdeki yeri
ihmal edildi.
Meslektaşlarına
veryansın ettiği paragraf;
Hekimlik
mesleğini seçen insanların özveriden kaçınmaları ne büyük bir yazıktı!
Dünyada
binlerce meslek ve iş dalı vardı. Fedakarlık etmekten gocunanların, bu
meslekten uzak durmaları gerektiğini düşünmüşümdür hep. Çünkü hekimlik, acılara
eğilmektir, acıları dinlemektir, acıları dindirmektir. Sosuz özveri ister.
Lepra Hastanesi’ne başhekim tayin edildiğimde, Bakanlık bana ancak tek bir ay
için ödeme yapabilmişti. Sonra, bu paranın verilemeyeceği de anlaşıldı ve ödeme
kesildi. Ne başhekimliğimden ne de diğer ek görevlerimden bir kuruş para
almadım. Para alamıyorum diye görevden çekileydim, kimbilir kaç hasta bakımsız,
sahipsiz kalırdı. Bir hekimin en büyük ödülünün manevi getiriler olduğuna
inanırım. Para kazanmak, zengin olmak istemek çok güzel bir duygu ama bunu
isteyenler ticaret yapmalı. Bir başka büyük yazık da zamanı ve emeği doğru
değerlendirerek kullanamamaktı. Oysa zaman ve emek doğru kullanılabilse, ne çok
iş yapılabilirdi!
1984 – 85
yıllarında Van’ın Bahçesaray ilçesine cüzam taraması için bir ekiple
gittiklerinde yaşadıklarını anlattığı paragraf;
Akşamları
çocuklarla konuşurken, sadece muayne ettiğimiz hastalarımızdan değil,
bulunduğumuz bölgenin siyasi yapısından da söz ediyorduk. Genç doktor adayları,
ağalık düzeninin, cumhuriyet düzeniyle barışık yaşıyor olmasından incinmiş
görünüyorlardı. Bu barışıklığın ardında, ağaların her iktidar için bir oy deposu olarak algılandığını orada
öğrenecek, üzülecek ve şaşıracaktım.
On
beş yıl öncesine kadar, tüm toprakların birbirleriyle yakın akraba üç aileye
ait olduğunu öğrenince de şaşırmıştık. Bu üç aile, köylüleri çalıştırmak için
kaba kuvvete de başvururmuş gerektiğinde. Topraksız köylü çaresizlikten, çoğu
kez boğaz tokluğuna çalışırmış. Zaman içinde, yörenin gençleri batıya ve
özellikle de Adana’ya çalışmaya gitmeye başlamışlar ve köyde çalışacak genç
erkek kalmayınca, ağalar ücret ödemek yerine, toprağın bir bölümünü köylünün
kendi hesabına çalıştırmasına izin vermişler.
Biz
oraları gezerken, köylüler ağa topraklarında yarıcı olarak çalışıyorlardı.
Yani, ağanın malı yerine işçisi olmuşlardı. Ama dertleri bitmemişti. Ağanın
sözüyle satılmış ve yine ağanın marifetiyle satıştan vazgeçilmiş topraklar mı
isterdiniz, otlak anlaşmazlıklarından doğan sorunlar mı? Sorun çoktu. Ama
sorunu çözecek adam yoktu. Köyde muayne ettiğimiz adamlardan tutun, Çukurova’ya
çalışmaya gitmiş erkeklere, yeni doğmuş bebeklere kadar herkes şıhın veya
ağanın adamıydı. Ağa da haliyle muhtarı oluyordu köyün. Bu ağalar zengindiler,
güçlüydüler, kendilerine kul olan bir sürü adamları vardı, devletle ilişki
içindeydiler; muhtar ,belediye başkanı, milletvekili oluyorlardı. Bu bölgelere
gönderilen devlet memurlarının, siyasi iktidara sırtlarını dayamış bu
kişilerle, mücadele gücü yoktu. Hiç olmamıştı, ne Osmanlı döneminde, ne
Cumhuriyetin ilk yıllarında ne de şimdi! Buraya tayin edilen kişi, bir an önce
bu yöreden gitmek istiyordu. Kalıp kiminle ve ne için mücadele edecekti ki ?
Sistem, ağalık düzeninin arkasındaydı. Bunu farkedenin ya gönlü kırılıyordu, ya
midesi bulanıyordu. Üstelik buradaki gerilik, bilinçli bir gerilik, sefalet,
bilinçli bir sefaletti. Buranın şeyhleri, şıhları, ağaları, bölgelerinde
hükümleri azalmasın diye, hiçbir gelişmeye izin vermiyorlardı. Ama hangi
partiden olursa olsun, hükümetler onlara göz yumuyordu, çünkü hükümetlerin oy
deposuydular.
Akşam
yemeklerinin yer sofralarında, çocuklarla aramızda konuşurken, cumhuriyetin
kurulduğu yıllarda, hükümetin hazırladığı toprak reformuna doğuda olsun, batıda
olsun, ağaların şiddetle karşı çıkmasına çok hayıflanmıştık. Tek parti
döneminde bile kotarılamayan bu reformu, artık kimsenin beceremeyeceğini
düşünmüştük. Acaba başarılsaydı, doğunun bugünkü sorunları, kökünden
halledilmiş olur muydu ? Kaçırılan bir fısat mıydı bu ?
Siyasi
yapıyla ilgilenmek bizim vazifemiz değildi ama öğrencilerimin toplumsal
olaylara ilgisi ve duyarlılığı hoşuma gidiyordu. Tespitlere ve isyanlara hak
veriyordum. Yarın doktor olarak hayata atıldıklarında, bu bölgenin insanları
için ellerinden geleni yapacaklarına emindim. Fakat o an, orada, bize düşen
cüzamın kökünü kurutmaktı,siyasi fikir üretmek değil. Bu nedenle, vakit gece
yarısını bulunca, başgardiyan gibi, onları yataklara yolluyordum. Ertesi gün,
erken kalkıp, yoksul, zengin, kul, köle, şeyh, şıh, ağa gözetmeden her insane
elimizi uzatabilmek, dertlerine deva olabilmek için uykuya ihtiyacımız vardı.
Yorgun bedenlerimiz sert yataklarımıza değer değmez, derin uykulara dalıyorduk.
Bu
arada içimizi buran bazı gerçeklerle de karşılaşmıştık. Örneğin Müküs’ten
ayrılmış, Ermenilerin, şu anda orada yaşayanlardan çok daha ileri bir uygarlık
düzeyinde olduklarını, geride bıraktıkları izlerden anlayabiliyorduk. Her yerde
sarnıçlar, su ve sulama kanalları, kilise kalıntılarıyla karşılaşıyorduk. Bir
medeniyeti devraldıktan sonra devam ettirememek, suyu kullanmak için ancak
kovalarda taşımak, tuvalet sistemini geliştiremeyip, her işi derede görmek,
böylece içilecek suyu kirletmek, bizlerin suçu değil miydi ?
Nisan 2009’da
tedavi gördüğü evinde baskına uğradığı günü anlattığı paragraf;
Ayağımı
uzatmış sakin sakin oturuyorum divanda
ama içimden isyan duyguları da kabarmıyor değildi. Yaşadığım coğrafyanın
özelliğini biliyordum. Bu ülkede adil olanla haksızın, akil ile aptalın nasıl
birbirinin içinde eriyerek tuhaf bir hüviyete büründüğünün de farkındaydım.
Kızgınlığım, seyirci kaldığım, elimden bir şey gelmediği için sadece kendime.
Anlatamadığım, aydınlatamadığım, öğretemediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa
kime ne için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin esiri olmuş insanlara
kızamaz bir doktor. Beni darbeye teşebbüsle suçluyorlar. Oysa darbelerin
yaptığı tahribatı kimse benden iyi bilemez. Ben 27 Mayıs darbesinde Çapa’nın
ikiye bölünüşüne, 147’liklerin hazin hikayesine, 12 Eylül’de ise eğitim
sisteminin tamamen çöküşüne tanık olmuş bir insanım. Darbelerin her seferinde
en büyük darbeyi, bilime indirdiğini, gözlerimle gördüm. İzmir Cumhuriyet
Mitingi’nde “Ne şeriat, ne darbe” dedim diye bei kürsüye çıkarmasınlar, sonra
siz gelin beni darbeci yapın! Sizi gidi şaşkınlar!
Polisler
evden çıkarlarken, sokakta müthiş bir gürültü koptu. Yuhalayanlar,bağıranlar,
çağıranlar. Onların ne günahı var? Emir kulu onlar, kendilerine verilen görevi
yapmakla yükümlüler. Zorlukla kalktım, pencereye yürüdüm. İğne atılsa yere
düşülmez bir halde, evimin bulunduğu sokak. Trafik, televizyoncuların ve
kalabalığın yüzünden başka yollara yönlendirilmiş. Komşularına, dostlarıma,
Arnavutköylülere, Çağdaş Yaşamcılara, kimbilir ta nerelerden kalkıp bana destek
vermeye gelmiş, tanıdığım tanımadığım insanlara, sevgiyle, minnetle baktım ve
camın önünde durup susmaları, evimden çıkan polislere yol vermeleri için,
ellerimle “ara verin” işareti yaptım. “işte görüyorsunuz ben iyiyim” diye
seslendim. “ Artık siz de dağılın, evlerinize gidin. Desteğiniz için teşekkür
ederim.”
Yerlerinden
kımıldamadılar ve alkışlamaya başladılar. Şimdi , pencereden bakarken anlıyorum
ki, evimi bastıranlar, benden bir kahraman yaratmaktalar. Benim şu ana kadar
üzerlerinde derin iz bırakabildiklerim sadece hastalarım, yakın çevrem ve
eğitimine katkıda bulunduğum çocuklardı. Bunun dışında hiçbir iddam yoktu
zaten. Arzularım , hırslarım olaydı, bana getirilen siyasi teklifleri
değerlendirirdim. Parayla da hiç aram olmadı. Her zaman fazla paranın insanı
bozduğuna inandım, az parayla yaşamaktan hiç gocunmadım. Çocuklarımı ilkokuldan
itibaren özel okullarda değil, orta sınıfın ve yoksulun halk çocuklarının
gittiği parasız devlet okullarında okuttum, paraya özenmesinler diye. Sade ve
sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime, hırstan lüksten uzak, sadece
memleketimin kadersiz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adanmış! Şimdi
şu hale bakın, halk dağılmıyor, birşeyler bekliyor benden. Oysa ben, son
günlerini yaşayan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokaktaki kalabalığın
tepkisinin bayrağı hiç değilim.
Pencereden
çekildim, perdeyi örttüm, gidip yerime oturdum ve içimden, bu vatanın
çocuklarının sonsuza kadar hep haksızlığa ve cehalete karşı, cesaretle bayrak
kaldırmalarını diledim. Tıpkı bir ömür benim yapmış olduğum gibi!
Komşular,
tanıdıklar, dostlar ve meraklılar. Hepsi burdalar, geçmiş olsun demek için.
Konuşmaya mecbur olmayayım diye, gözlerim kapalı duruyorum. Uyukladığımı
zannediyor, aralarında alçak sesle konuşuyorlar.
“Bu
bir sindirme, korkutma, sopa gösterme olayıdır” diyor biri. “Bunca yıldır
ezilmiş, dışlanmış, küçümsenmiş olmanın intikamı alınıyor.”
Bilemem,
belki de öyledir. Ama içlerine kapanıp hayata karışmamayı kendileri tercih
etmediler mi yıllardır? Nihayet topluma karışmaya karar verdiklerinde, başörtülü
kadınlar kamu alanları hariç, her alanda çalışmaya başladılar, hiç de
küçümsenmiyorlar. Üstelik şimdi çok güçlü ve çok zenginler. Ne var ki, bir
zamanlar iyi Müslüman idiyseler, artık değiller. Çünkü Müslüman, zalim olmaz,
ezmez, haksızlık etmez, gösteriş merakına, intikam peşine düşmez!
“Aman,
hangi biri gücünden istifade etmeye çalışmadı ki? Kim bu iktidar koltuğuna
otursa, kendinden bir öncekilerin canına okudu ve cebini doldurmaya baktı”
diyor bir başkası.
İşte
bu, doğru tespit, diye düşünüyorum. Gelmiş geçmiş iktidarların, hangi biri
hakkaniyetli davrandı? Hangisinin gözünü hırs bürümedi, hangisi adil kalabildi?
Hata yapmadı? Niye bunlar farklı olsun ki? Sağdan sola bütün partileri,
liderleri ve insanlarıyla, bir bozulma yaşıyorsa ülke, eğitim sistemimizde ve
ahlak öğretimimizde büyük bir yanlışlık olmalı. Hangi iktidar gelirse gelsin,
akıl sağlığını ve ahlakını kaybetmekte toplum.
Ama
beni en çok üzen, bir kez daha kamplara ayrılıyor olmamız. Bunu hep yaptık. Hiç
ders almadık. Küçüçük bir kızdım, evimde Halk PArtisinden nefret edilirdi,
çünkü babam koyu bir Demokrat Partili, annem ise keskin bir komünist
düşmanıydı. 1958 yılına geldiğimizde, ülke ikiye ayrılmıştı, CHP’liler ve
DP’liler olarak. Köylerde kahveleri camileri bile ayırmışlardı. Ne saçmaymış!
Koyu DP’li babayla, anti-komünist annenin kızı, büyüyünce sola eğdi gönlünü,
sosyal demokrat oldu, emperyalistlerden, aşırı zenginlerden, güçlülerden uzak
durdu hayatı boyunca. Bir işe yaradı mı bu iki parti arasındaki nefret? On
değerli yılını yedi Türkiye’nin, sonra unutuldu gitti, olan o yıllarda araya
sıkışan kuşaklara oldu. Sonuç : 27 Mayıs Darbesi! İpin ucunda asla hesabını
veremeyecemiz üç ölü!
70’li
yıllara geldiğimizde bu kez, devrimci , ülkücü diye bölündük. Ne kadar genç
insan öldü bu manasız çatışmada. Yine darbe! Sonsuz acılar! Ateşler içinde bir
vatan! Alevi-Sünni diye ayrıldık. Türk-Kürt diye ayrıldık. Gencecik
çocuklarımıza kıydık, en değerli sanat insanlarımızı yaktık, kül ettik,
yerlerini asla dolduramayacağımız. Şimdi yine aynı şeyi yapıyoruz. Bu kez din
üzerinden bölünüyoruz. Türbanlı-türbansız, inançlı-inançsız, dinci-laik!
Sürekli intikam peşindeyiz. Ne saçma bir gidiş bu! Ne tehlikeli ne yaman!
2 Mayıs 2009’da
ÇYDD’nin 20. Yıl kutlamasındaki heyecanını dile getirdiği paragraf;
Aman
Allahım! Aman Allahım! Bu ne kalabalık! Böylesine tıklım tıkış, tepeleme dolu
bir salon, daha önce ben gördüm mü ömrüm boyunca? Bütün koltuklar dolmuş, belli
ki yer yetmemiş, koridorlar dolmuş. Yine yer yetmemiş, sahnenin sağ tarafına
sıra sıra sandalyeler dizmişler, onlar da dolu. Sahnenin bana gore sol
tarafında, Anadolu’nun çeşitli okullarından gelen Kardelenler’i oturtmuşlar.
Üstlerinde beyaz gömlekleriyle, karda açan narin çiçeklerim benim. Sahnenin önü
fırdolayı bembeyaz çiçeklerle süslenmiş. Saf,temiz, beyaz çiçeklerle. Ortada
Fazıl Say ve arkadaşları duruyorlar. Benim içeri girişimle birlikte, alkış
koptu.
Herkes
ayakta. Alkış dinmiyor. Dinmiyor. Beni mi alkışlıyorlar? Dönüp oğluma
bakıyorum, gözleri yaşlı. Salonda görebildiklerimin de gözlerinde yaşlar var.
Hep alkışlıyorlar.
Görüyorum
ki, bir ömrü boşa harcamamışım! Bir doktorun tek arzusu, hastasını sağlığına
kavuşturmak, yaşamını uzatmaktır. Ben bundan fazlasını yaptım; hastalarıma
yaşam şartlarını da hazırladım, onlara iş ve aş buldum, çocuklarına kanat
gerdim. Minnettarım tüm hayatımı vakfettiğim cüzamlılarıma, çünkü onların
çocukları sayesindedir ki, memleketimin binlerce başka çocuğuna da uzanabildim.
Yoksul olmaları, çaresiz olmaları koşuluyla, hiç ayırım yapmadan, Türk, Kürt,
Süryani vs. demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına kapıları araladım,
ışık tuttum yollarına. Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gavurluğum
kaldı, ne Kürtçülüğüm, ne de komünistliğim. Şu son aramayla da darbeci yerine
kondum. Umurumda bile olmadı. Çünkü ben, gavur, Kürtçi, komünist veya darbeci
değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisiyle dolu bir hekimim. Ülkemi, insan
haklarına ve hukuka saygılı,demokrasiye inanan hükümetlerin idare etmesini
isteyen bir vatanseverim. Hayatım boyunca tek istediğim, iyi ve dürüst bir
insan olmaktı. İyi ve dürüst insanlarla birlikte yaşamaktı. Şu anda beni
alkışlayanlar, benim gibi iyi ve dürüst insanlar. Benim gibi onlarda bu ülkede,
hukukun üstünlüğüne güvenerek, özgür ve onurlu yaşamak istiyorlar. Bana tuttukları
alkış, şu sol tarafımda oturan çocukları, ortaçağ karanlığından çekip ışığa,
aydınlığa yürütmek için verdiğim çabaya, başka şeye değil. Kaya diplerinde
açmış çiğdemlere benzeyen çocuklara, vadettiğim, insanca yaşam için bu
alkışlar.
“Masumiyet
çağının, azla yetinen, kolayca sevinen ve herşeye üzülen çocukları bizler! Bu
yaşa geldik, kimimiz hala izlerini taşırız o safiyetin.”
“Kadın erkek tüm insanlığın aklın ve
vicdanın aydınlattığı yolda yürümeyi seçeceği gün er veya geç gelecekti. Buna
bütün kalbimle inanıyordum. Sabrımı ve sükunetimi bu inançtan alıyordum. O güne
kadar, başa her gelen çekilecek! Oyunun kuralı böyle! Yaşam oyununun! Ne demiş
şair, “Yaşamak şakaya gelmez!”