İkinci gidişimiz
2006 Eylül ayı. Aradan 6 yıl geçmiş ve ada artık kalabalıklaşmıştı. Gerçi
Şeker Bayramı tatili nedeniyle de hareketliydi ama 6 yıl sonra farklılığın
derecesi ortadaydı. Yeni yeni kalacak mekanlar yeni yeni cafeler açılmış
,ayrı bir renk katmıştı adaya. Bu defa ilk gittiğimizde göremediğimiz Polente Feneri ve rüzgar değirmenleri
dahil adanın dört bir yanını görmek arzusundaydık.
İlk gün bir şişe şarabımız ve marketten aldığımız ekmek, domates, peynirimiz
ile Değirmentepe’ye çıkıp piknik yaptık. Gerçekten orda bir değirmen vardı ve
ada bu tepeden muhteşem görünüyordu. Adada harabe yapılarla karşılaşmaya alışıktık.
Bu harabe değirmeni de keşfetmek için can atıyorduk. Peynir ve domatesi gören
sineklerin istilasına uğrasak da keyfimizi bozamadılar. Hava gri bulutlarla
kaplıydı ve deniz lacivert görünüyordu. Manzaramız tek kelimeyle
kusursuzdu.
Ertesi gün kahvaltımızı otelin bahçe katında yaptık. Taptaze yumurta,kızarmış
ekmek, mis gibi tereyağı ve adaya özgü çiçeklerden yapılmış doğal
reçeller…Güneş masmavi gökyüzünden bize gülümsediği sırada motor kiralamaya
karar verdik. Hedefimiz Polente Feneri ve Rüzgar değirmenlerini görmekti. Bu
adada daha keşfedilecek pek çok şeyin varolduğunu tahmin edebiliyorduk.
Rüzgar değirmenlerine yaklaşırken heyecanlandığımı, yakınına gittiğimde ise
büyülendiğimi söylemeliyim. Uzakta batık bir gemi halatlarla karaya bağlanmış
sırlarla dolu bize bakıyordu. Burada epeyce bir vakit geçirdikten sonra
motorumuza atlayıp adanın diğer görmediğimiz koylarını görmek için yola
koyulduk. Corvus fabrikasına rastladık ve durmadan edemedik. Anı olarak ufak
bir şarap aksesuarı aldık. Bir sonraki durağımız Aral tatil çiftliği oldu.
Kapıdan neresi acaba burası diye bakınırken sevimli işletmecileri davette
bulundu. Tam da kurt gibi acıkmışken. Buz gibi biralarımızı açtık ve bir
güzel karnımızı doyurduk. Keçi damı, Saman damı, Kiler, Kümes , Arılık gibi
birbirinden espirili isimleri olan on taş odadan oluşan Aral Çiftliği’nde her
çeşit hayvanı görebilmek mümkün. Özellikle çocukları olan ailelerin tercih
ettiği bir mekan. Biraz hamak keyfinden ve birazda etrafta gezinti yaptıktan
sonra yolumuza çam ormanlarının içinden geçerek devam ettik.
Ertesi gün müzeyi gezdik. Ada’nın geçmişine dair hoş bir yolculuk yaptık. Bir
harita dikkatimizi çekti. Ada’nın kuşbakışı kara kalemle çizilmiş bir
yerleşim planı. Plana bakılınca bariz olarak farkedilen tek şey evlerin ve
sokakların yarısının gelişigüzel , diğer yarısının ise sokak aralarına kadar
muntazam bir hattı takip ederek inşa edilmiş olmasıydı. Düzenli inşa edilmiş
olan taraf Rum mahallesi, dağınık olarak inşa edilmiş olan taraf ise Türk
mahallesi olduğunu oradaki görevliden öğrendik. Müzeden çıktık ve sokak
aralarını dolaşmaya başladık. Kafamızdaki bu bilgiyle ayrımı artık net bir
şekilde görebiliyorduk.
Akşam üzerlerini Polente Cafe’de birer kadeh şarap içip kitaplarımızı okuyarak
geçirdik. Yemek vakti ise sahile konuçlanmış küçük restaurantların mavi -beyaz kareli örtüler serilmiş masalarına
kurulup rakı-balık en büyük keyiflerimizden biriydi. Bir gün
Koreli’de bir gün Boruzan’da gerçekten de tadına doyamadığımız mezeler
tattık. Peynirin üzerine hafif zeytinyağı gezdirip birazda fesleğen ve sumak
atarak renklendirmeyi buradan öğrendim diyebilirim.
Geleneği bozmadım ve ilk geldiğim zaman ayrılırken ne yaptıysam onu yaptım.
Gemiye bindiğimizde tekrar gelebilmeyi diledim ve batıl bir inançla denize para attım...
|
Müzedeki "Vasil'in Meyhanesié 'nden bir canlandırma |
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder