Geminin 5. katında bulunan Marco Polo salonunda küçük
bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Gemi tanıtılıp, gemilerde yaşamın nasıl gerçekleştiğine,
ayrıca bundan sonra gidilecek yerlere dair önemli bilgiler verildi. Günün
aktivitelerinde Kamel ile salsa dersi, Micheal ile akordiyon keyfi ve Yunan
dansı dersleri vardı.
İlk durağımız 7,5 saat sonra 141 deniz mili
uzaklığındaki Mykonos adası oldu. Mykonos çatıları maviye, gövdeleri beyaza
boyalı küp şeklindeki evleri ve dapdaracık sokaklarıyla bize kucak açmıştı.
Yunan`ca da "Beyaz Ada" anlamına gelen Mykonos,efsaneye
göre,Herakles`in devleri yok etmek için fırlattığı bir kaya parçasından oluşmuş.
Tamamıyle granitten olan ada, yaklaşık 85 kilometrekarelik bir alanı
kaplamakta. Ada da geçireceğimiz vakit 4 saat ile sınırlı olduğu için doyasıya
gezemedik. Gemimize döndüğümüzde, aklımızda adanın Yunanistan’ın tüm etnik
ezgilerini içinde barındıran ışıl ışıl sokaklarıydı kalan. Ve bunun için de
eşimle birbirimize söz verdik, ilk fırsatta buraya tekrar gelerek Mykonos’un
cıvıl cıvıl sokaklarını arşınlamaya ve tadını tam anlamıyla çıkarmaya...
21 Eylül sabahı 9:30`da Heraklion(Girit) adasında gözümüzü açtık. Girit Adası; Akdeniz`in dördüncü, Yunanistan`ın ise en büyük adası. 100.000`den fazla nüfusa sahip olan Heraklion kenti, liman çevresi ve Minos saraylarıyla Girit`in başkenti. Minos Uygarlğı’na ait geniş bir koleksiyona sahip olan Girit Arkeoloji Müzesi’ni gezdikten sonra şehir turunu ister trenle ister yürüyerek yapabilirsiniz. Venetian Fort Kalesi, Vasiliki Agiou Markaou, Lions Meydanı, Agia Aikaterini görülmesi gereken öncelikli yerler arasında. Eğer arzu ederseniz bizim yaptığımız gibi renkli ve bir o kadar eğlenceli şehir turunuzu Afrodit heykeli gibi küçük hediyelik eşyalarla sonlandırabilirsiniz.
Bir sonraki durağımız benim merakla görmeyi istediğim ada Santorini Adası idi. Akşam saat yedi suları gibi açıkta demirledik. Botlara atladık ve doğru adaya… Ada’nın gözle görülür jeolojik bir yapısı var. Rehberimiz kat kat olmuş volkanik yapısından bahsederken kendi aramızda adayı kocaman bir pastaya benzettik. Bu görünüm tsunamilerin etkisiyle bugünkü hilal biçimini almış. En son 1956 yılında büyük bir patlama ile adanın ortasında 22 kilometrekarelik bir krater oluşmuş. Otobüs ile iskeleden yukarılara tırmanırken denizin ve gün batımının muhteşemliğini anlatmak için tarif sıkıntısı çekebilirim. Santorini Adasın’da da tıpkı Mykonos gibi tipik Yunan mimarisi gözümüze çarptı. Teleferik keyfi yaparak manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Ama maalesef burayı gezmek için de sadece 4 saatimiz vardı. Buranın da tadını doya doya çıkarmak , Yunan şarkılarının ezgileriyle sokaklarını adımlak için yine eşimle birbirimize tekrar geleceğimize dair söz vererek gemimize geri döndük. Buradan bize kalan hatıra ise hala şişesini sakladığımız kırmızı şarap oldu.
Gemimiz demir aldı. Gidilecek yer 119 deniz mili
uzaklığındaki Kithera Adası idi. Güzellik Tanrıçası Afrodit’in diyarı ve
mitolojik öykülerin mekanı…Girit, Helen, Roma, Bizans, Venedik, Osmanlı ve
Fransız uygarlıklarının izleri o kadar belliydi ki kendinizi tıpkı bir zaman
tünelindeymişsiniz gibi hissedebilirsiniz. 22 Eylül öğlen 14:00’de gemiye
döndük. Uzun bir deniz yolculuğu bizi bekliyordu. 394 deniz mili uzaklığındaki
Sicilya-Messina boğazı.
23 Eylül saat 15:00’e kadar güvertede güneşlendik, kitap okuduk, masa tenisi oynadık, sinemaya gittik. Bir anons ile hepimiz güverteye toplandık. Messina Boğazı’ndan geçiyorduk.
Messina tarih boyunca Yunanlılar, Kartacalılar, Roma,
Bizans, Araplar, Normanlar ve İspanyollar tarafından kusatılmış. Limandan içeri
girerken devasa bir Meryemana Heykeli şehri kucaklıyor. Halkın 1783 ve 1908
yıllarında yaşanan iki depremde de çok ağır kayıplar vermesi sonucu bu heykelin
şehri koruduğuna dair inançları olduğunu öğrendik. 6 saat gibi uzun bir
vaktimiz vardı ve Taormina turu ile şehirde panoramik manzara ziyafeti yaptık.
V. Yüzyılda Yunanlılar ve daha sonra Romalılar tarafından restore edilen Antik
tiyatroyu gezdik. Rehberimiz Etna Yanardağı’nın olduğu bölgeyi gösterdi. Ancak
sis nedeniyle Etna’yı göremeden tekrar aşağılara indik.
“Herkes gemiye” çağrısının ardından yola devam
ediyoruz. Bir sonraki durağımız 593 deniz mili uzaklığındaki Marsilya. 24 Eylül
günü tüm gün denizdeydik ve sıkılmamak için yapmadığımız aktivite kalmamıştı.
Dansçılarla sabah jimnastiği, Ahçıbaşı Andre ile yemek dersleri, Kamel ile
eğlence, peçete katlama sanatı, Nora ile dans dersleri, Dan ile sihir zamanı,
müzikal quiz …. 25 Eylül sabah 9’da Marsilya’ya ayak bastık ve akşam 20:00’ye kadar vaktimiz vardı. Çok mutluyduk. Çünkü Marsilya’nın tadına varabilecektik ya da o an için biz öyle düşünüyorduk. Güzel Marsilya, Lion Körfezi’nde bulunan Fransa’nın en eski kentlerinden biri. Halen Fransa’nın en önemli Akdeniz kapısı olmaya devam ediyor. Marsilya turumuz Provence Bölgesi’nin iki kasabası olan Paul Cezanne ve Aix en Provence’si ile başladı. Şehir iki bölümden oluşuyor; eski ve yeni şehir. Gözle görülür bir ayrılış var iki şehir arasında. Tarihi eserlerin neredeyse hepsi eski şehirde bulunurken, yeni şehir yüksek binaları ile metropol havası sergiliyor. Taksilerle limandan eski şehrin içine geldik. Kısa bir tren gezisi ile Saint Victor Kilisesi ve Puget Bahçesi’nden geçerek Notre Dame de la Gadre Katedrali’ne vardık. Katedrali şehrin her yerinden görebilmek mümkün. 154 metrelik yükseklikte ve üzerinde de kocaman bir heykel altın sarısı parlaklığıyla göz kamaştırıyor. Şehrin ayaklar altına serilmiş görüntüsünün tadına varamadık. Bunların dışında La Nouvelle Major Katedrali, Musee du Vieux Marseille, Tiyatro Binaları ve diğer şehir merkezindeki müzeleri ziyaret ettik. Sokaklar arasında dolaşırken Kızılderililer’in geleneksel kostümleri ile müzik eşliğinde canlı performanslarını izledik. Saatlerce dolaşsak da bitiremiyeceğimiz iki büyük alış veriş merkezi olan “Galeries Lafayette” ve “Nouvelles Galeri” ‘lerini turladık.
26 Eylül sabahı Marsilya’ya 218 deniz mili
uzaklığındaki Cenova’daydık. Şarkılara konu olan meşhur aşk şehri Portofino’yu
görebilmek için sabırsızlanıyorduk. Cenova’da gemiden indikten sonra rehberimiz
eşliğinde yaklaşık bir saat süren kara yolculuğunun ardından Rapollo’ya vardık.
Sonrasında Romalılar tarafından “Altın Güneş Yolu” diye nitelenen yoluyla ,
yeni düzenlenen ve cazip bir sahil yeri olan S.Margherita’ya ulaştık. 10
dakikalık bir tekne gezisi ile Portofino’ya geldik. Yarımada’nın en yüksek
tepesinde bulunan “Brown Kalesi” ‘ni gezdik. 17. yy da Cenevizliler tarafından
savunma amacıyla inşa edilmiş. Botanik bir bahçeden kısa bir yürüyüşle tepeye
vardığımızda neden burası aşk kenti olmuş onu anladık. Burada fotoğrafını
çektiğimiz her bir kare tablo olmaya değer güzellikteydi... Tekrar gelinecek
yerler arasına yazarak cennet misali Portofino’dan ayrıldık.
27 Eylül’deki istikametimiz dünyanın en eski limanlarından
biri olan Cicitavecchia idi. Karayolu ile 1,5 saat uzaklıktaki Roma’ya doğru
yola çıktık. Roma’yı görmeye dakikalar kalmış olması bizi heyecanlandırmıştı.
Ancak kötü bir trafiğe yakalandık ve bu demek oluyordu ki şehirdeki vaktimizden
çalınıyor … Bu sebeble gezemediğimiz pek çok yeri arkamızda bırakarak Roma’dan
da ayrıldık. Ne Sistine Şapel’i ne Vatikan müzesini ne Kolezyum’u ne de St.
Peter Bazilikası’nı gezebildik. Sadece otobüsün içersinden önünden geçebildik.
Çekebildiğimiz fotoğraflarda otobüsün camından yansımaları görebilmek mümkün
oldu. İlk fırsatta gelinecek yerler arasında kesinlikle ve ilk öncelikle Roma
olmalı dedik. Adam akıllı görebildiğimiz yerler İspanyol Merdivenleri, Trevi
(Aşk) Çeşmesi, Posedion Heykeli ve Pantheon oldu. Aşk Çeşmesi’ne herkesin
yaptığı gibi iki dilek dileyerek ayrıldık. Dileklerden biri kendi dileğimiz
diğeri ise tekrar Roma’ya gelip görebilmek dileği …
28 Eylül günü 598 deniz mili yol katedecektik. Bu defa
günün aktivitelerine katılmak yerine güvertede güneşlenmeyi ve kitap okumayı
tercih ettik. Yemekten sonra Marco Polo Salonu’nda Kaptanın gecesine katıldık
ve keyifli bir Gala Show izledik.
29 Eylül sabahı 07:30 ‘da Katakalon’a geldik. Katakalon denilince hiç sönmeyen meşalesiyle akla Olimpia gelir. Dünyadaki ilk olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapan yer… Teknolojinin bozamadığı el değmemiş doğa güzellikleriyle oldukça şirin bir ada. Altın ve fildişinden yapılmış olan, dünyanın 7. harikası Zeus anıtı ile harikulade Hera Tapınağını görme şansını elde ettik. Antik Olimpia Köyü ve Müzesini gezdikten sonra birbirinden güzel üzüm bağlarında birer kadeh şarap ile yorgunluk attık.
Aynı gün saat 15:00 sularında Zante Adası’na demir
attık. Şairler ve aşıklar adası olarak bilinen bu ada yemyeşil çam kokulu
doğası ile bizi kucakladı. Aziz Disnydio Kilisesi ve Aziz Mavri kiliseleri
görülmeye değer yerlerinden. Ada’nın gizemli mağara ve koylarını keşfetmekten
keyif alabilir, pırıl pırıl denizine girebilirsiniz.
Turumuzun ilk durağı MÖ. 430-440 yıllarında Tanrıça
Athena için yapılmış olan anıtında yer aldığı Akropolis Bölgesi idi. Athena
Niki Tapınağı’ndan Parthenon Tapınağı’na sonrasında da bu tapınağın hemen yanı
başında yer alan ve mükemmel bir biçimde oyulmuş sundurmada genç kız
heykellerinin desteklediği Erechthion Tapınağı’nı ziyaret ettik. İnanılmaz bir
akustiğe sahip olan antik Herodus Atticus Tiyatrosu’nu da gezdikten sonra
Akropolis’in keşfini tamamlamış olduk. Akropolis’ten ayrıldıktan sonra Meçhul
asker Mezarı, Parlamento Binası,Başkanlık Sarayı ve ilk modern Olimpiyatların
düzenlendiği Panathinaikon Stadyumunu ziyaret ettik.
Soldaki bizim gemi daha büyük bi geminin yanında küçük kaldık |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder