2 Kasım 2013 Cumartesi

Bozcaada - II



İkinci gidişimiz 2006 Eylül ayı. Aradan 6 yıl geçmiş ve ada artık kalabalıklaşmıştı. Gerçi Şeker Bayramı tatili nedeniyle de hareketliydi ama 6 yıl sonra farklılığın derecesi ortadaydı. Yeni yeni kalacak mekanlar yeni yeni cafeler açılmış ,ayrı bir renk katmıştı adaya. Bu defa ilk gittiğimizde göremediğimiz Polente Feneri ve rüzgar değirmenleri dahil adanın dört bir yanını görmek arzusundaydık.

İlk gün bir şişe şarabımız ve marketten aldığımız ekmek, domates, peynirimiz ile Değirmentepe’ye çıkıp piknik yaptık. Gerçekten orda bir değirmen vardı ve ada bu tepeden muhteşem görünüyordu. Adada harabe yapılarla karşılaşmaya alışıktık. Bu harabe değirmeni de keşfetmek için can atıyorduk. Peynir ve domatesi gören sineklerin istilasına uğrasak da keyfimizi bozamadılar. Hava gri bulutlarla kaplıydı ve deniz lacivert görünüyordu. Manzaramız tek kelimeyle kusursuzdu.

Ertesi gün kahvaltımızı otelin bahçe katında yaptık. Taptaze yumurta,kızarmış ekmek, mis gibi tereyağı ve adaya özgü çiçeklerden yapılmış doğal reçeller…Güneş masmavi gökyüzünden bize gülümsediği sırada motor kiralamaya karar verdik. Hedefimiz Polente Feneri ve Rüzgar değirmenlerini görmekti. Bu adada daha keşfedilecek pek çok şeyin varolduğunu tahmin edebiliyorduk. Rüzgar değirmenlerine yaklaşırken heyecanlandığımı, yakınına gittiğimde ise büyülendiğimi söylemeliyim. Uzakta batık bir gemi halatlarla karaya bağlanmış sırlarla dolu bize bakıyordu. Burada epeyce bir vakit geçirdikten sonra motorumuza atlayıp adanın diğer görmediğimiz koylarını görmek için yola koyulduk. Corvus fabrikasına rastladık ve durmadan edemedik. Anı olarak ufak bir şarap aksesuarı aldık. Bir sonraki durağımız Aral tatil çiftliği oldu. Kapıdan neresi acaba burası diye bakınırken sevimli işletmecileri davette bulundu. Tam da kurt gibi acıkmışken. Buz gibi biralarımızı açtık ve bir güzel karnımızı doyurduk. Keçi damı, Saman damı, Kiler, Kümes , Arılık gibi birbirinden espirili isimleri olan on taş odadan oluşan Aral Çiftliği’nde her çeşit hayvanı görebilmek mümkün. Özellikle çocukları olan ailelerin tercih ettiği bir mekan. Biraz hamak keyfinden ve birazda etrafta gezinti yaptıktan sonra yolumuza çam ormanlarının içinden geçerek devam ettik.

Ertesi gün müzeyi gezdik. Ada’nın geçmişine dair hoş bir yolculuk yaptık. Bir harita dikkatimizi çekti. Ada’nın kuşbakışı kara kalemle çizilmiş bir yerleşim planı. Plana bakılınca bariz olarak farkedilen tek şey evlerin ve sokakların yarısının gelişigüzel , diğer yarısının ise sokak aralarına kadar muntazam bir hattı takip ederek inşa edilmiş olmasıydı. Düzenli inşa edilmiş olan taraf Rum mahallesi, dağınık olarak inşa edilmiş olan taraf ise Türk mahallesi olduğunu oradaki görevliden öğrendik. Müzeden çıktık ve sokak aralarını dolaşmaya başladık. Kafamızdaki bu bilgiyle ayrımı artık net bir şekilde görebiliyorduk.

Akşam üzerlerini Polente Cafe’de birer kadeh şarap içip kitaplarımızı okuyarak geçirdik. Yemek vakti ise sahile konuçlanmış küçük restaurantların mavi -beyaz kareli örtüler serilmiş masalarına kurulup rakı-balık en büyük keyiflerimizden biriydi. Bir gün Koreli’de bir gün Boruzan’da gerçekten de tadına doyamadığımız mezeler tattık. Peynirin üzerine hafif zeytinyağı gezdirip birazda fesleğen ve sumak atarak renklendirmeyi buradan öğrendim diyebilirim.

Geleneği bozmadım ve ilk geldiğim zaman ayrılırken ne yaptıysam onu yaptım. Gemiye bindiğimizde tekrar gelebilmeyi diledim ve batıl bir inançla denize para attım...


Müzedeki "Vasil'in Meyhanesié 'nden bir canlandırma










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder