19 Ocak 2018 Cuma

Bir Kitap : Sırça Fanus

“Eğer birinden hiçbir şey beklemezsen hayal kırıklığına uğramazsın.”

Sylvia Plath , 11 Şubat 1963 günü yaşamına son verdi. Kimbilir neden yapmıştı bunu? Sylvia’nın daha önce, Sırça Fanus’un son iyimser sayfalarında yazdığı gibi;

- o sırça fanus ki bir kez çok parlak ve başarı biçimde, görünüşe göre tamamen ondan kurtulmuş ama onun içinde yaşamış bir insanın berrak anlatımıyla, «sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür,» demişti.

Kitapta kendimi bulduğum sayfalardan alıntılar;

Yapamadığım şeyleri saymaya giriştim.

Yemek pişirmekle işe başladım.

Büyükannem ve annem yemek pişirmekte öyle ustaydılar ki, her şeyi onlara bırakırdım. Bana sürekli şu ya da bu yemeğin nasıl yapıldığını öğretmeye çalışırlardı. Ama ben yalnızca seyreder ve verilen bilgiler bir kulağımdan girip ötekinden çıkarken, «Evet, evet, anlıyorum,» der dururdum. Sonra da denediğim her şeyi berbat ettiğim için kimse bir daha yapmamı istemezdi.

Okuldaki ilk yılım boyunca tek ve en iyi arkadaşım olan Jody’nin bir sabah evinde bana omlet yapışını anımsıyordum. Olağanüstü lezzette bir omletti bu. İçine fazladan bir şey koyup koymadığını sorduğumda peynir ve sarımsak tozu koyduğunu söyledi. Bunu kimden öğrendiğini sorduğumda da, hiç kimseden öğrenmediğini, kendisinin düşünüp bulduğunu söyledi. Ama şu da vardı ki, Jody çok pratikti ve sosyoloji öğrencisiydi.

Stenografi de bilmiyordum.

Bu da demekti ki üniversiteden sonra iyi bir iş bulamayacaktım. Annem kimsenin yalnızca edebiyat okumuş birini istemediğini söyler dururdu. Ama steno bilen bir edebiyat mezunu bambaşka bir şeydi. Öyle birini herkes isterdi. Gelecek vadeden bütün genç adamlarca aranır ve sonra da birbiri ardından heyecan verici mektuplar kopya eder dururdu.

Ne var ki ben erkeklere herhangi bir biçimde hizmet etme fikrinden nefret ediyordum. Ben kendi heyecan verici mektuplarımı kendim yazdırmak istiyordum. Dahası, annemin bana gösterdiği kitaptaki steno işaretleri t eşittir zaman ve s eşittir toplam uzaklık kadar kötüydü.
Listem uzuyordu.

Çok kötü dans ederdim. Müziğe hiç uyamazdım. Dengem öyle bozuktu ki, beden eğitimi dersinde ellerimizi yana açıp başımızda bir kitapla dar bir tahta üzerinde yürüdüğümüz zaman hep yana devrilirdim. Ne ata binebiliyor, ne de kayak yapabiliyordum. En yapmak istediğim şeylerdi bunlar, ama çok pahalı sporlardı. Almanca konuşamıyor, İbranice okuyamıyor ve Çince yazamıyordum. Önümdeki Birleşmiş Milletler delegelerinin temsil ettikleri sapa ülkelerden çoğunun haritadaki yerlerini bile bilmiyordum.

Orada, Birleşmiş Milletler binasının ses geçirmez kalbinde, hem tenis oynayıp hem de simültane çeviri yapabilen Constantin’le o bir sürü deyim bilen Rus kızının arasında otururken, ömrümde ilk kez kendimi korkunç yetersiz hissettim. İşin kötüsü, oldum olası hep yetersizdim, yalnızca bunu şimdiye dek hiç düşünmemiştim.

Başarılı olduğum tek şey burslar ve ödüller kazanmaktı; o dönem de kapanıyordu artık.
Kendimi koşu yolu olmayan bir dünyada yaşayan bir yarış atı gibi hissediyordum. Ya da üniversitede futbol şampiyonuyken birden kendini Wall Street’te bir takım elbisenin karşısında buluveren ve parlak günleri, bir mezarcının üzerine kazılmış bir tarih gibi şöminesinin üzerindeki altın kupada kalan biri gibi.

Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum.
Her daim ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Socrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın âşık, bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı.

Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarınım dibine düşüyorlardı.



Constantin’le evli olmanın nasıl bir şey olacağını kafamda canlandırmaya çalıştım.
Sanırım sabah yedide kalkıp ona jambonlu yumurta, kızarmış ekmek ve kahve hazırlayacak, o işe gittikten sonra da üstümde gecelik, başımda bigudilerle sallana sallana kirli tabakları yıkayıp yatağı düzeltecek ve o dışarıda hareketli, büyüleyici bir gün geçirdikten sonra eve döndüğünde esaslı bir akşam yemeği bekleyecek, ben de geceyi daha da fazla kirli tabak yıkayarak geçirecek ve sonunda bitkin düşüp yatacaktım.

On beş yıl boyunca sürekli tam not almış bir kız için boşa harcanan, kasvetli bir yaşam olurdu bu, ama evliliğin böyle bir şey olduğunu biliyordum. Çünkü Buddy Willard’ın annesi de sabahtan akşama dek yemek pişirmek, temizlik yapmak ve çamaşır yıkamaktan başka bir şey yapmıyordu. Oysa bir üniversite profesörünün eşiydi ve kendisi de bir zamanlar bir özel okulda öğretmenlik yapmıştı.

Ve biliyordum ki bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve restoranlarda yedirdiği akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının Bayan Willard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi.


Kitabın Adı : Sırça Fanus
Yazarı : Sylvia Plath
Sayfa Sayısı : 256

Baskı Yılı : 2013