25 Nisan 2013 Perşembe

ÇALIKUŞU


Çalıkuşu romanı gelmiş geçmiş tüm zamanların en iyi Türk romanıdır. Benim nazarımda ise bu topraklarda yaşanmış ve zamanın şartlarına göre ustaca kurgulanarak kaleme alınmış hala bile içersinde güncelliğini koruyan içeriğiyle nefis bir eserdir. Her defasında gözyaşlarıyla bitirdiğim tek roman.

Ortaokul yıllarımda ilk defa okuduğum bu romanı yıllar sonra bana yeniden okutan nedenden çok kısa bahsetmek istiyorum.

20 Ocak 2013 'te vefat eden değerli babam Muhlis Zafer Ersoy'un kütüphanesinde bu kitabı yeniden buldum. Bu buluş bir hazine bulmuşcasına beni mutlu etti. Sert karton kapak, bez ciltli ve dikişler ipli, üzeri eski Türkçe karakter baskılı. Kapağı hemen çevirdiğimde ise kitaba sahibinden "2 Ocak 1958 - M.E." olarak imza atılmış.  1957 yılı 9. Basım "Çalıkuşu" o an benim için paha biçilemez bir mücevher oldu. Sayfalar bir hayli sararmış ve yıpranmış sanki kitap kurtları kemirmiş gibi yer yer yırtılmış.

Okuduğum bir bilgiyi paylaşacak olursam ; ilk kez 1922 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmiş deniliyor. Aynı yıl kitap olarak basılmış. 5. Baskısından sonra eser 1939 yılında tekrar yayınlanmış.

Yeni basımlarından elbette ki farklı değil. 5 kısımdan oluşması ve ilk 4 kısmının Feride'nin ağzından defterine yazdığı anı şekliyle yazılmış son kısmında yazarın dilinden yazılmış olması aynıdır. Dil olarak yer yer Fransızca ve eski Türkçe kelimelere rastlıyoruz ancak yazar bunu o derece bir ustalıkla kaleme alıyor ki anlaşılmayan bir nokta bırakmıyor. Okurken farkettiğim Türkçemizden yitip giden o değerli seçilmiş kelimeleri yeniden anımsadım. Nasıl ki büyüklerimiz bizlere aşıladıysa bende evlatlarımıza bu özlü kelimeleri aşılamalayı bir parça görev edineceğim.

Reşat Nuri Güntekin'in eşi Hadiye Güntekin hanımefendinin bu kitabın arka sayfasında bize bir de iletmek istediği bir kaç sözü bulunuyor.

Diyor ki ; aynı puntoda aynı harflerle çok temiz ve doğru olarak sizlere neşretmeye teşebbüs etmiş bulunuyorum. Şimdiye kadar muhtelif editörler tarafından gelişi güzel bastırılmış olan nüshalarda nasılsa müsahihlerin gözlerinden kaçmış olup adeta eserleri tanınmayacak bir hale getiren türlü türlü yanlışların artık bu yeni baskılarda görülmeyeceğini muhterem okuyucularımıza tebşir edebilirim.

Kitapla ilgili bir başka merakım ise genç yaşlı, küçük büyük demeden her kesimden kişilere sorduğum bir mini anketim oldu. Acaba "Çalıkuşu" denilince akıllara ne geliyordu?  Reşat Nuri Güntekin benimde cevabımdı ve anketimin azınlıkta kalan cevabıydı. Aydan Şener ise büyük bir çoğunluğun ilk aklına gelen şey oldu. Dizideki müziğini anımsayan, aklına kuş gelen, Feride diyen, Feride ile Kamuran'ın aşkı diyenler ise ortada kaldı.

Aydan Şener cevabı benim biraz boynumu bükse de hiç şüphesiz dizilerin, sinemaların, televizyonun ta eskilerden beridir hayatımıza nasıl etki ettiğinin bir kez daha yansımasını gösterdi bana. Çalıkuşu dizisinin en azından kitaba bağlı kalınarak çekilmiş olduğunu gördüm. Replikler kitaptaki cümleler ile birebir aynı. Ancak şimdiki kitaplardan esinlenen dizilerde kitabın temasına bağlı kalınarak başlıyor daha sonra farklı senaryolaşmaya gidilerek kitapla uzaktan yakından ilgisi olmayan şekliyle karşımıza çıkıyorlar. Geçenlerde okuduğum kısa bir deyişe katılıyorum. "Sen televizyonda her dizi izlediğinde bir kitap intihar ediyor."

Çalıkuşu romanını bize sevdiren en önemli özelliği tüm kahramanların içimizde yaşayan karakterler mevzu bahis olarak yazılmış olmasıdır. Bu kahramanların karakterleri muhteşem bir ustalıkla ve üslupla, betimlemeler, benzetmeler, yakıştırmalarla Reşat Nuri Güntekin tarafından kaleme alınıyor. Bizler okurken hiç yabancılamıyoruz ve sanki kendimizi hikayenin bir parçasıymış gibi içersinde yaşıyoruz. Tasvirlerinde daha ziyade doğa olaylarından esinlenmekte olduğunu görüyoruz. Romanın katma değeri bu sayede artıyor.

Feride'nin dokunaklı hikayesinin hala günümüzde güncelliğini koruduğunu görüyoruz. Bu özelliği ise eseri ölümsüz kılmaktadır. Aşık olduğu adam ile evlenmesine üç gün kala onun başka biriyle yaşadığı münasebeti öğrenmesiyle ailesini terk eder. Kitabın ilk sayfalarında karakter analizi o kadar iyi yapılmıştır ki karakteri gereği bu terkedişi yadırgamıyoruz. Yaşadığı bu felaketi unutmak için Anadolu'da muallime olmaya karar verir. Çocuk sevgisi çok güzel resmedilir ki kendini çocuklara adayışı ,bildiği herşeyi onlara öğretmesi yönüyle Feride ideal ve örnek alınacak bir Türk roman kahramanı olur.

Güncelliğini korumasının nedenlerinden bir diğeri ise bunca yıl geçmesine rağmen devlet dairelerindeki atamaların tanıdık olmadan ilerlemediği, türlü türlü dalkavuklukların yaşandığı, bir kadının bir başınalığından faydalanılmak istenmesi gibi konuların hala değişmemiş olmasıdır. Kadına bakış açısının pek değişmediğine şahit olup şaşırıyoruz.  Bu özelliği de eserin bulunduğu çağdan bağımsız kalmış olmasındandır.

Roman içinde hem aşk hem macerayı bir arada hem hüzün hem de sevinçle sunuyor bizlere... Yazar o yıllardaki ülke koşullarını , savaşı , yoksulluğu, iyiliği, şefkati, ölümü, ayrılığı başarıyla aktarıyor.  Feride'nin gururlu olması ama en sonunda da yaşadığı pişmanlığını bize gösteriyor. Gurbet ellerde yalnızlığın acısını çok genç iken tecrübe ediyor.

Reşat Nuri Güntekin o derece eşsiz bir eser sunmuştur ki bize bir erkeğin kalemiyle ama bir kadının gözünden tüm olanları resmetmiştir. Bu maharet pek az yazarda bulunmaktadır. Buna örnek kitaptan bir alıntı ; Feride’nin dilinden der ki : "Ah bu erkekler! Hepsinde aynı gurur, aynı kendini beğeniş. Bizimde bir kalbimiz olduğunu, bizim de "mutlaka" isteyecek bir şeyimiz olabileceğini bir türlü akıllarına getirmek istemiyorlar."

Bir başka örnekte : Feride Doktor Hayrullah Bey'den bahsederken der ki ; "Ulvi arkadaşlığımızda o, erkekliğini unutmuştu. Fakat, ben kadınlığımı unutamamıştım. Erkeklerin en çok kısmı çok fena, çok zalim, bu, muhakkak. Kadınların hepsi iyi, hepsi mazlum, bu da muhakkak. Fakat erkeklerin, sade kalbiyle ve dimağiyle yaşayan pek az , pek az bir kısmı var ki, onlardaki gönül temizliğini kadında bulmak mümkün değil."

Bir diğer aklımın köşesinde yer eden tezatlıktan doğan benzetme cümlesi : "Ben, Kuşadasını güzel ve rahat bir yer olmadığı için seviyorum. Öyle sanıyorum ki , kudret yalnız güzel simaları değil, güzel toprakları, güzel denizleri de insana gizli gönül azapları versin diye yaratmış." diyor.

Bu eşsiz eser için söyleceklerimiz bu kadar sınırlı olamaz elbette ki.  Ancak bilinmelidir ki bu coğrafyada yaşayan tüm insanlar Reşat Nuri Güntekin'e ve eserlerine minnettardır.


Kitabın Künyesi
Kitabın Adı : Çalıkuşu
Yazarı : Reşat Nuri GÜntekin
Yayınevi : NurgökMatbası
Sayfa Sayısı :  364, 9. Baskı

Basım Yılı : 1957

24 Nisan 2013 Çarşamba

Alaçatı'da Bir Yaz


Şipşirin bir yarımada da hayal edin kendinizi. Altın misali kumlar, birbirinden güzel koylar, bembeyaz köpük köpük dalgalar ve masmavi kıpır kıpır bir deniz … Güneş pasparlak, gökyüzü pırıl pırıl … Her daim efil efil esen rüzgar … İşte böyle bir yer Alaçatı …

Hafif meltem esen havası Alaçatı’ya ayak basar basmaz çarptı yüzümüze. Kentin stres ve sıkıntısından bunalmış insanlar olarak bu karşılama pek hoşumuza gitti. Alaçatı’ya girer girmez gözümüze takılan bir diğer şey yel değirmenleri oldu. Sonradan bu değirmenlerin un öğütmek amacıyla 1850-1900 yılları arasında inşa edildiğini öğrendik. Eşim sörf yapmaya bense bol bol yiyip içmeye, yüzmeye ve güneşlenmeye gelmiştik. Sörf yapmak isteğim yoktu ama oraya gidince gördüm ki insanlar çok daha zevkli başka bir spor yapıyorlar. “Kitesurf”. Sene 2007 Aylardan Temmuz. Karnımda biriyle dolaştığım günler ki  olmasaydı kesin yapmayı deneyecektim.

Gittiğimiz tarih Windsurf Türkiye Şampiyonası 2. ayak yarışlarına denk geldi. İzleyebilme şansını elde ettiğimiz için çok heyecan verici oldu. Benim için izlemek yapmaktan çok daha keyifliydi.

Zamanında Alaçatı’da Rumlar şarapçılık ve bağcılık yapmışlar. Onlardan sonra Balkanlar’dan gelen Türkler ise bağcılık ve zeytincilikten anlamadıkları için şarap bağlarının yerine tütün dikmişler. Bir kısmı da bildikleri işi yani hayvancılığa başlamışlar. Ancak iklim ne tütün ne de hayvancılık için uygun olmadığından bir dönem insanlar geçim sıkıntısı içinde yaşamışlar. 1990’lardan sonra sörf ve taş ev meraklıları burayı keşfetmiş ve sonrasında da butik otellerin açılmasıyla Alaçatı gözde tatil yerlerinden biri haline gelmiş.

Buraya gelmeden önce araştırdığımız birkaç otelde tuvaletlerin oda dışında olduğunu öğrendik ve şaşırdık. Meğer geleneksel mimariye uygun olmayan binalar yapılmasına izin verilmediği içinmiş. “Kentsel sit” alanı ilan edilmiş ve binalar aynen korunmak zorundaymış.

Kahvelerde plastik sandalye yok, yüksek sesli müzik çalan bar yok. Tam tersi parke taşıyla kaplı sokaklardan klasik müzik dinletileri geliyor.

Sokakları keşfe çıktığımız bir günde eski taş evlerin farklı sarı tonlarda renkleri gözümüzden kaçmadı. Öğrendik ki evlerin yapımında o civarlardan çıkartılan ve işlendikten sonra sertleşen beyaz bir taş kullanılırmış. Bu taşlar zaman içersin de sarararak binaların yaşını yansıtırmış.

Yerel mutfak yemeklerini sunan restoranlardan, dünya mutfaklarına kadar pek çok alternatif bulmak mümkün. Restoranların her biri özenli ve dostça karşılıyor. Yöresel yemeklerinde farklı otlar kullanmış olmaları ayrı bir lezzet bırakıyor insanın damağında… Bu yemek şölenine Ege’nin şarapları da eşlik ediyorsa değmeyin keyfinize… Yemek sonrası köy kahvesinde içilen sakızlı Türk kahvesi ile bu şöleni sonlandırabilirsiniz.

 Alaçatı’dan İstanbul’a dönerken kalbim insanın ömrüne ömür katan bu memlekette kaldı. Bunaltıcı bir sıcağa maruz kalmadığımız ve bol bol oksijen aldığımız için güzel bir tercih yaptığımızı düşündük. Alaçatı’nın bozulmayan tarihi yapısıyla her zaman ayrıcalıklı kalması tek dileğim...




Alaçatı’nın çevresindeki koyları da gezebilme fırsatımız oldu. Çeşme, Ilıca Plajı, Dalyan Koy, Altınkum ve Ayayorgi Koyları en çok beğendiklerim arasında.

O zamanlar daha fotoğraf merakım başlamamış olacak ki hem çok az foto var hem de kalitelerini artık beğenmez oldum eskilerin...

  

20 Nisan 2013 Cumartesi

Muzo Askerde...

Sene : 2004 Aylardan : Aralık
Muzo'yu askere gönderiyoruz. Mutlu haberi arkadaşları ile konuşurken fotolanmış Çünkü İzmir'de denizci olacak. Kebab :)

 
Bu mutlu haberi kutlamadan olmaz. Bizim o zamanlar Esentepe'deki evimizde buluşup Beyoğlu'na atmıştık kendimizi. Beyoğlu'nda bir zamanların bizim için uğrak mekanı olan Pano Şaraphanesinde kimler vardı kimleeerrr... İşte Fotoğraflarla Muzo'yu askere yolcu edişimiz ...
 
Özledik...

Cem çok önemli bi konudan bahsediyor olsa gerek :)

"Sabıkalıyım" espirisi yapılırken :)

 
 

Kızıla Boyalı Saçlar


KostasMourselas'ın 'Kızıla Boyalı Saçlar' adlı yapıtıyla Beyoğlu Sahaf Festivali’nde karşılaştım. Yanımda kitap kurdu bir arkadaşım ve onca tezgahtan rastgele bir tanesinin önünde durup  şıp diyeyığınla üst üste dizilmiş kitaplar arasından buluverdi. Bana uzatırken de bu kitabın heryerde olmadığını kimsenin bulamadığını kıymetini bilmemi tembihledi. İşte o zaman anladım ki rastgele o tezgahın önünde durmamıştı.

Okuruna meydan okuyan ve kızdırmaya çalışan  bir roman. Yazar kitabın kahramanı Luis’i kitabının daha ilk cümlesinde bize tanıtmıştır. Şöyle başlar : “ Luis lakaplı, EmanuilRetsinas tek bir sözcükle tanımlanabilir. Biraz. Biraz kısa boylu, biraz çirkin, biraz yakışıklı, biraz tembel, biraz eğitimsiz, biraz dinsiz.”

Luis’insıradışı hayatı insanı büyülüyor ve çoğu zaman onun yerinde olmak hayta onun gibi bakmak, onun gibi yaşamak  istiyorsunuz.Luis gibiler aramızda gerçekten varlar. Eser belli bir oranda gerçekliğini bize gösteriyor. Luis gibi özgür ve özgün olmayı hayal ediyor insan.Luis'in vurdumduymazlığına, yarını düşünmeden anı yaşayışına, yoksulluk ve zenginliği umursamazlığına, kimi dönem sadece sex, kimi dönem aşk için yaptıklarına, 3-5 sene ortadan kaybolup sıradan bir kadın ile evlenmesi gibi romanın can alıcı noktalarısosyal, bir o kadar da siyasal içerikli bir edebiyat eseri olarak karşımıza çıkar. Satır aralarında kalmış felsefi değeri yüksek cümleler açısından da kitap artı bir değer katıyor.

“Nasıl yaşadın, neden öyle yaşadın, neyi yapabilecekken yapmadın, başka bir yol, başka bir anlam arıyordun, yanlış zilleri, yanlış kapıları çaldın, yanlış yollara saptın, yanlış insanları sevdin, yanlış yataklarda uyudun, yanlış evlerde yaşadın. Neden hayal ettiklerini, düşündüklerini bu kadar küçümsüyorsun? “ der arka kapak.

'Kızıla Boyalı Saçlar insan özgürlüğüne yazılmış bir övgüdür' derKostasMourselas. Eser Yunanistan'da şimdiye kadar hiçbir romanın yakalayamadığı olağanüstü bir başarıya imza atmıştır. Fransızca, İngilizce, Almanca ve İbranice'ye çevrilmiştir.

Yunanistan nüfusunun yaklaşık on milyon olduğu göz önüne alındığında bu sayının ne kadar önemli olduğu anlaşılabilir. Romandan uyarlanan ve birçok ülkede gösterime giren televizyon dizisi de çok ilgi gördü.

Kitabı okurken ister istemez insan kendine dönüyor.   Postmodern romanın en güçlü örneklerinden ve dil oldukça yalın olarak yazılmış. İçeriğinden ziyade anlatım bakımından edebi bir eser. Yazar sanki bizimle konuşuyor gibi. Eserin politik yönü, erotik yönü, alaycı yönü, espirili yönü, hüzün dolu yönlerini içiçebirarada okuyabilme şansını elde edebiliyoruz.

Yunan yazarın amacı abestle iştigal pek çok yaptığı tasvirlerle, bir yönetmen edasıyla canlandırdığı  sahneleri okuyucunun aklında kalıcı yer etmesini sağlamak olmuştur.

Kitap ilk anda karakterler ve olaylar kalabalığı olarak görünse de bizi şaşırtarak daha sonrasında anlamlı hale geliyor. İkinci kere okumayı isteyecek kadar çok seveceğiniz bir kitap. Tabular, toplum kuralları, değer yargıları gibi yazılmış tüm yasaları alt üst eden okunası bir hikayesi var. Temelinde sunduğu düşünce okuruna özeleştiri de getiriyor.

Hayatı daha farklı gözlerle görebilmek isteyen veya gören okurlar için kitap biçilmiş bir kaftan. Farklı birşeyler okumak ve aslında sanki başka bir zaman ve mekandaymışsın gibi hissetmek isteyenler için okunası bir eser.

Temelinde hayat felsefesini “mutlu olacağın biçimde yaşa” demek ister yazar. Özgürlük kavramı kitabın sadece bir yönü ve bu kitapta yazar bunu çok güzel işlemiş.

Yaşama sanatı üzerine yazılmış gelmiş geçmiş en güzel romanlardan biri olarak karşımıza çıkmış ve kütüphanelerimizde yer alması kaçınılmaz bir roman.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Macera Dolu Olympos


Ben ve arkadaşlarım cuma akşamlarından birinde her zamanki gibi Taksim Şarabi’de muhabbetteyken senelik izinlerimizi Olympos’ta geçirmeye karar verdik. 2006 Temmuz ayının son haftası gitmekti planımız ve aynen öyle de oldu. Bu arada ne üzücüdür ki Taksim Şarabi tarihe karışalı yıllar olmuş. Özlüyoruz...

Otobüs biletleri ayarlandı.  7 arkadaş terminal’de buluştuk. Cengiz, Serkan ve Burçin rehberlerimizdi. Daha önce 4 sefer gitmişler ve artık Olympos onlar için vazgeçilmezleri arasındaki mekanlarından biriydi. Avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Cengiz sürekli ” kızlar sakın topuklu ayakkabı falan almayın, öyle şık şıkırdım kıyafetlere gerek yok, bi şort bi tisört yeter” demesine rağmen Demet Çeşme’ye gider gibi hazırlanıp gelmişti. Bu uyarıya kulak asmamasını anlayabiliyorum çünkü Levent ile ilk tatilleriydi.  Ne kadar çok eğleneceğimizi yolculuğun başından tahmin edebilmekteydi.


 Sabah ilk ayak bastığımız yer klasik herkesin Olympos’a inmeden önceki gözleme ayran yediği yerde sabah kahvaltımızı ettik. Sahile en yakın Bayram’ın yeri denen ağaç evlerde kaldık. Oldukça da memnun kaldık. Diğer salaş mekanlar arasında sabah kahvaltıları ve akşam yemeklerini en lezzetli ve en temiz yapan yer olduğuna kanaat getirdik.

Yerleşir yerleşmez havlularımızı alıp sahile indik. Sahile inerken Antik kentten geçiyor olmak beni daha en başından etkilemişti. Fakat kalabalıklaşmaya başlamış olması da bir o kadar itici…  Gündüz sahile yanaşan teknelerin kalabalığı gittikten sonra Olympos koyunun asıl güzelliğini görmüştüm. Güneş batmaya yakın tatlı serin gölete girmek kadar keyiflisi yoktur. Burdan tavsiye olunur.

Ertesi günkü planımızda kahvaltıdan sonra kamelyada buluşup bisiklet kiralayarak Adrasan koyuna gitmek vardı. Levent Demet ve Serkan bize katılmayarak ne büyük bir akıllılık yapmışlar bunu Adrasan’a varınca anladım. Sabah olmasına rağmen oldukça sıcak bir hava vardı ve suyumuz yoktu. İnanılmaz derecede yorulduk. Rampalar inmekle ve çıkmakla bitmedi. Meğer çok uzakmış Adrasan koyu. Bisiklete binmeyi çok severim ama o günkü bisiklet turu işkence haline dönüşmüştü. Cengiz yolda bir arabayı durdurarak su istedi. Daha sonra da vardığımız ilk köyde bulduğumuz çeşmenin altına attık kendimizi. Levent Demet ve Serkan bizi Adrasan’da beklemekteydi. Onlarında gelişi maceralı olmuş sonradan öğrendik ki otostop çekmişler. Ülkelerini bırakıp buraya yerleşmiş İngiliz bir karı koca çifti almış arabalarına. Araba da külüstür mü külüstür bir Kartal… Onları gördüğümde ilk işim geri dönüş için bisikleti onlardan birine satmaktı. Levent kabul etti sağolsun bisikletle geri dönmeyi … Ancak biz çok daha keyifli bir şey yaptık. Tekne kiraladık ve hiçbirimiz tekrar o yolu geri gitmek zorunda kalmadık. Tekne Olympos’un çevresindeki güzel koyları gezdirdi ve en son durak Olympos’ta da bıraktı. En çok beğendiğim koy Ceneviz koyuydu. Hala dün gibi aklımda bir orası bir de Kaş – Kalkan arasındaki Kaputaj Plajı …

Gecelerimizi yemekten sonra kamelya da sohbet muhabbet ve tavla dışında bir şeyler içtikten sonra çevredeki barlarda soluğu alarak geçiriyorduk.

Haftanın ortasına geldiğimizde 7 kişilik grubumuza 4 kişi daha eklenmişti. İstanbul’dan bizim orda olduğumuzu duyan arkadaşlarımız sürpriz yapmışlardı.  Artık 11 kişiydik ve daha da şenlenmişti ortalık.

Bir gün sabahlamaya karar verdik. O gün güneşin doğuşunu seyredecektik. Sahili boş bulacağımı sanmıştım fakat gece 03:00 itibariyle öbek öbek bir sürü grup vardı. Saat 06:00 itibariyle ben artık dayanamadım ve bungolovumuza geri döndüm. Gün ağarmıştı ama güneşin ufuktan doğduğunu göremeden uyumuşuz.

Ertesi gün geçen sefer gezdiğimiz kaptan ve teknesini kiraladık. Kaptan bu defa görmediğimiz koyları da gezdirdi. Aslında geçen seferki pek tur sayılmazdı. Yarım gün bisiklet turuyla geçmişti.

Tatilin sonuna geldiğimizde hepimiz ayrı ayrı dönüş saatleri ayarlamıştık. Bazı arkadaşlar Olympos’ta kalarak bir iki saat daha fazla zaman geçirmek istiyorlardı. Çok da haklılardı. Son gün Antik kentin gezmediğimiz kısımlarını Mert ile keşfettik. En yukarıda kalenin oraya kadar tırmandık. Manzara karşısında büyülenmemek elde değildi.

Gruptan ilk ayrılan Mert ve ben olduk. Biz uçak ile dönecektik. Demet ve Levent’in ise aynı akşam otobüsleri vardı. Diğerleri de ertesi gün sabah araba ile İstanbul’a döneceklerdi. Son bir fotoğraf karesi hepimizin bir arada olduğu bir kare çekildik ve İstanbul’a doğru yola çıktık.

Yol boyu Mert ile ne kadar çok eğlendiğimizi konuşarak geçti. Bu güzel fotoğraflarda birer anı olarak kalmasa ne yapardık kimbilir.












Kürk Mantolu Madonna


Sadece 160 sayfalık incecik bir kitap baktığımızda. İçimizde buruk, acı bir his ağırlığını bırakarak bir solukta bitiriyor insan. Ne kadar övgü dolu söz varsa hepsini bu kitabın ve yazarımız Sabahattin Ali’nin son noktasına kadar hakettiğini söylesek gayet yerinde olacaktır.
Kitabımızın baş karakteri Raif Bey  içine kapanık , ahlaklı ve dürüst ama düzene hep boyun eğmiş , güçlü karşısında hakkını savunamayan , sevmeden evlenmiş mutsuz bir memurdur.  Müdürlerinden eşine kadar, çocuklarından gelinlerine damatlarına kadar kimsenin saygısını göremediği gibi onların istediği gibi bir hayatı sürmektedir. Ona değer veren bir tek kişi işyerindeki yeni işe başlayan genç iş arkadaşı Rasim olmuştur. Raif Efendi’nin bu melankolik yapısına hem üzülüyor hem de nedenini anlamaya çalışıyordu. Bir insanın nasıl bu kadar keder yüklü olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bu sessizliğin altında derin bir ağırlığın gizli olduğunu içten içe hissediyordu. Ama neydi onu bu derin hüzne boğan şey?

Raif Bey bir gün rahatsızlanır ve ziyaretine gelen genç iş arkadaşı Rasim’e bir defter verir ve bu defteri yakıp yok etmesini ondan rica eder. Ancak Raif Bey’deki gizemi çözebilmenin tek yolu bu defter olduğunu anlayan genç adam kitabı okumaya karar verir. İşte roman şimdi başlamıştır.

Rasim ,Raif Bey’in yaşamı süresince çok güçlü bir tutkunun esiri olduğunu bu hatıra defterini okuyunca anlar. Bir insan hayatı boyunca sadece 4 ay mı mutlu olur ? Gerçekten yaşadığını hissettiği kısacık bir anı boyunca …

Büyük usta şair ve yazar Sabahattin Ali, Raif Bey’in duygularını Türk Dilinin zenginliğiyle  en güzel tasvirleri kullanarak bizleri de o esrarlı ve keder dolu dünyanın içine sokmayı başarmaktadır. Henüz genç bir delikanlı iken Berlin’de bir sanat galerisinde gördüğü tablo onu derinden etkiler. “Kürk Mantolu Madonna” isimli tabloya aşık olur. Tabloya olan hayranlığı günden güne artar ve sonunda tablonun sahibi Maria Puder ile burada tanışırlar. Maria Puder özgür yaradılışlı, güçlü ve baskın karaktere sahip genç bir kadındır. Birlikte çok güzel vakit geçirirler. Ancak Raif’in Türkiye’ye dönmesiyle bağlar kopar. Raif Bey ise derin iç yalnızlığına gömüldüğü günleri böylece başlar.
Herkesin kitaplığında bu eşsiz romana yer açması nacizhane tavsiyemiz olabilir. Kitaptaki her bir cümle derin anlamlar içermekte olduğundan vecize olabilecek boyuttadır.

Sabahattin Ali’nin bu kitap için söylediği bir söz ile yazıya son nokta koymamız bu kitap için söylenebilecek en özlü son söz olacaktır.

”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!... Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”

 Kitabın Künyesi
Kitabın Adı : Kürk Mantolu Madonna
Yazarı : Sabahattin Ali
Yayınevi : Yapı Kredi Yayınları
Sayfa Sayısı : 160
Basım Tarihi : 1943


7 Nisan 2013 Pazar

Kısır Partisi


Tarih 6 Nisan 2013 günlerden Cumartesi. Bizim kankaları toplayıp çoluk çocuk biraraya gelelim dedik. Hani uzun zamandır da toplanmamıştık. Neredeyse Bora’nın doğum gününden beri… Ama bu defa farklı olsun hep ev hep ev birazda dışarlarda bi faaliyet olsun diye aklıma bizim sitenin arkasındaki çardakta piknik yapmak geldi. Bi kısır bi çay peynir , zeytin ,çerez atıştırmalık öylesine ufak bi organizasyon yapmaya çalıştım.
Hava şansımıza güneşli ve ılımandı. İlk Gülçin, Paul, Zeynep ve Utku damladılar. Hemen ardından Öktemler. Sonra Mert geldi ki zaten çardağa kurulmuştuk bile. Eş zamanlı da Korhan ,Enisa ve Dora … Çocuklar çok eğlendiler. Bi güzel kurtlarını döktüler biz büyüklerde sohbet muhabbet. Sitenin arka tarafındaki halka açık parkına çıktığımız sırada da Cem, Seyhan, Selin ve Ceren geldiler. Onlara kısır ikram edemedim fazla kalamadılar hastalıktan yeni kalkmışlar diye çok üzüldüm.

 Nasıl tatlıdır bu ikizler, nasıl akıllı bıdıklar, nasıl uslular, nasıl prensesler anlatamam. Tam ısırmalık ama kıyamazsın da…
Güne damgasını vuran olay Zeynep’in çocuklardan daha çok eğlenmesi oldu sanırım. Kalabalık olunca her şey daha bi keyifli . Parktan eve çıkışımız bi alem evde bi alem … Diğer damgasını vuran olay Bora’nın ağaca çıkması… Aklım başımdan gitti. Bemin dışımda herkes çok eğlendi benim telaşeme bakıp da eğlenen çopunluktaydı… Bknz. Fotolarda eğlenen Öktemlerin aile reisi Levo…

Hep birlikte eve çıktıktan sonra kızlara sıcak şarap ikram erkeklere Jagermeister ile günün keyifini çıkarttık. Gerçi Zeynep taşındığı için aklı evinde kalmıştı daha otursak otururduk ama onların kalkmasıyla herkesin kalkması bir oldu. İşte günü anlatan fotoğraflar…





















5 Nisan 2013 Cuma

Leyla'nın Evi


Leyla’nın evi 2012 yılı yazında okuduğum ve benim için bu yıla damgasını vuran bir romandı. Zülfi Livaneli’nin 2006 yılında çıkardığı bu roman aslında bir İstanbul romanıdır. Kitabın en büyük özelliği ise birbirini tanımayan ve tamamen birbirinden bağımsız karakterdeki üç kişinin hayatının kesişmesini konu almasıdır. Yazar bu üç insanın hayatını en ince ayrıntısına kadar dile getirmiş , betimlemeleriyle cümlelerini zenginleştirmiş ve okuyucusuna başarıyla aktarmıştır. Romanda değinilen bir diğer hadise İstanbulluların çoğunun göçmen olması ve bunun beraberinde getirdiği mülk sorununa değinmesidir. Böylece toplumun kendisiyle ve yakın tarihi ile yüzleşmesini sağlıyor.

        Kitap gerçek hayata yakın duruşuyla ve kendimizi tüm karakterlerin yerine koyarak düşündürmesiyle dikkat çekiyor. Zülfi Livaneli’nin müzikteki başarısını edebiyatta da yakalamış olduğunu gösteren bir eseridir.

        Romanın baş karakteri Leyla Hanım, Bosnalı Yalısı’nda yaşayan soylu Osmanlı ailesine mensup anneden ve işgal altında olan İstanbul’a gelmiş bir İngiliz subayı babadan gayri müslim olarak dünyaya gelmiştir. Leyla Hanım’ın annesi doğumundan kısa bir süre sonra hayata gözlerini kapadığından annanesi yetiştirir. Gayri müslim olması dedesinin felcine neden olmuş ananesi onu toplumdan uzak büyütmüştür.

        Leyla artık yaşlanmıştır ve evine göz koyan Ömer ve Necla tarafından satınalınır. Sonradan görme Necla Hanım ise sahte bir deli raporuyla Leyla Hanım’ı kapının önüne koyar. Gidebileceği hiçbir yer yoktur ve kapının önünde oturduğu sırada  Leyla’nın akrabası gazeteci Yusuf onu görür ve Cihangirdeki izbe evine götürür. Yusuf’un kız arkadaşı Roxy yani asıl adı Rukiye ile yaşamaktadır. Roxy – Rukiye Almanya’da büyümüş  annesi öldükten sonra babası ve üvey annesi ve kardeşleriyle yetişmiş, kötü geçmişi olan bir hayattan gelmiş , sex modelliği yapmış şimdi ise hip hop müzik yapan bir kadındır. Leyla Hanım ile tam zıt karakterlerde olmalarına rağmen aslında çok fazla ortak özelliklere sahiptirler. İkiside yalnız ve toplum tarafından dışlanmış karakterlerdir. Roxy Leyla Hanım’ın evlerinde oturmasına şiddetle karşı çıkmıştır.

        Bosnalı Yalısı’ndan ilk defa toplum içine karışan Leyla Hanım Cihangir’in bu garip ve izbe yaşantısına ayak uydurmakta güçlük çeker. Dilenciler , sokak çalgıcıları, travestiler, eşcinselleri gözlemler ve çok garipser. Gene de onları anlamaya onlara alışmaya gayret eder.

        Bir gün Roxy ve grup arkadaşları bir müziğin melodisinde çalışırlarken çocuklardan biri bir notada hata yapar ve hiç biri bir türlü basılması gereken doğru notayı bulamaz. İçerde odasında dinleyen Leyla Hanım klavyenin başına geçer ve doğru notayı basar. Çünkü Leyla Hanım kültürlü olduğu karar müzik ve piyano eğitimi de almıştır. Bu andan itibaren tüm grup ve Roxy’de oan büyük bir saygı ve hayranlık göstermeye başlarlar. Maddi sıkıntı çektikleri dönemlerinde kıymetli mücevheratını satar ve yarısını onlara verir. Bu yardımdan önemsiz bir hadiseymiş gibi bahsetmesinden Yusuf ve Roxy çok etkilenir.

         Öte yandan yıllarca bir yalıda uşaklık etmiş Ali Yekta Bey oğlu Ömer’i canını dişine takarak babadan oğula süregelen uşaklık kaderini değiştirme hırsıyla iyi yerlerde okutmuştur. Her şeyini oğluna adamış ve oğlunu çok seven İstanbullu bir babadır. Yıllarca paşazadelere hizmet ettiği konaklardan çıkmış artık ona hizmet eden bir konağın efendisi olmaya hazırlanıyordur. Ancak gelini Necla ile birbirlerinden nefret etmektedirler. Bir bankanın Genel  Müdürü olan Ömer Bey babası Ali Yekta Bey ve karısı Necla Hanım arasında kalmıştır. Yalının en büyük ve en güzel odasına Ali Yekta Bey yerleşmeye hazırlanırken sonradan görme karısı Necla da  aynı odayı aşk mabetleri yapmaya hazırlanmaktadır. Leyla Hanım ise evini kurtarma çabalarını sürdürmektedir. Ali Yekta Bey  karşılaşırlar ve konuşurlar.  Ali Yekta Bey duyduklarına inanamaz ve bu yaşlı hanıma yardımcı olmaya çalışmak amacıyla oğlu ile konuşmak için yalıya gelir. Fakat gelininin kendisi hakkında söylediklerini işitir , cebinden tabancasını çıkartır ve Necla’ya ateş eder.

        Bu arada Roxy ve Leyla Hanım iyice yakınlaşmışlardır. Roxy hamile kalmış ve bunu Yusuf’tan da önce Leyla Hanım ile paylaşmıştır. Daha sonra bunu Yusuf’a açıklayarak ona evlenme teklif etmiştir. Anneliğe hazırlanırken artık adıyla da barışmış Rukiye olarak bundan sonra hayatına devam etmeyi uygun bulmuştur. Bundan sonra olaylar Rukiye'nin çocuğunu doğurmasıyla, Yusuf'un kadrolu olarak tam bir gazeteci olmasıyla ve Leyla'nın evine tekrar yerleşip burada eski huzuru bulamamasıyla devam etmiştir. Rukiye’nin bir kızı olmuştur ve adını Leyla koymuştur. Leyla Hanım’ın küçük Leyla’ya yazdığı bir mektup vardır ve son cümlesini şöyle bitirmiştir.

“Leyla’nın evi Leyla’ya … “


                                                                                                               28 Ocak 2013

                                                                                                               Çiğdem Ersoy

4 Nisan 2013 Perşembe

Fotoğraflarla Bozcaada


Bozcaada en güzel fotoğraflarla anlatılır dedim ve başladım. Umarım beğenirsiniz…

Mert’le Bozcaada’ya ilk gidişimiz “Güle Güle” filminden hemen sonra oldu. Yıl 2000. Aylardan Mart. Kurban Bayramı tatiliydi. Geyikli iskelesinde sadece 4 kişiydik. Ben, Mert, öğretmen bir kadın ve bir gezgin. 20’li yaşların başındaydık. Güzel günlerdi... Ada'da hava güneşliydi fakat inanılmaz soğuktu ve müthiş bir rüzgar vardı.





                                                     Sokaklara dikkat ettiniz mi kimsecikler yok.

                                                              Ayazma plajı'ndan bir görüntü

                         Adadaki bu sakinlik bize hiç bir yerde rastlayamadığımız bir huzur vermişti.

İlk ayak bastığımız yer Ada cafe olmuştu. Ada cafe’nin yeni halini gidenler bilirler. Eski halini bilmeyenler için cafe’nin eski halinden bir görüntü…


Kırlı pansiyon’da kaldık. Boruzan restaurant’da yemek yedik. Boruzan restaurant’ın sahibi ile kestane avına çıktık. Ada'nın arka tarafındaki çam ormanlarına doğru yürüyüş yaptık.






Gezintimiz sırasında sokak arasında kocaman kapısı olan taş bir bina gördük. Hafif kapıyı araladık ve içeri girdik. Gözlerimize inanamadık. Daha önce hiç böyle bir manzara ile karşılaşmamıştık. Bu eski şarap mahzeni ikinci gidişimizde otel haline gelmişti.



                                               Boyum 1,55 cm. Fıçıların ebadını tahmin etmeniz için ...

siteden alıntı foto

                   Armagrandi Otel olan eski şarap mahzeninin yeni görüntüsünden iki kare ...
                                 Neydi ne oldu. Ben çok severim böyle karşılaştırmaları ...

siteden alıntı foto
İkinci gidişimiz 2006 Eylül ayı. Aradan 6 yıl geçmiş ve ada artık kalabalıklaşmıştı. İlk gidişimizde fark ettiyseniz hiç Polente Fenerin'den ve Rüzgar değirmenlerinden resim yok. Nedenini hatırlayamadım geçmiş zaman ola ki ama bir şekilde görmek kısmet olmamıştı. Adadan ayrılırken buraya tekrar gelip oraları görmek için artık bir bahanemiz vardı.








                                        Feridun Düzağaç ve Ata Demirer'e rastladığımız cafe Polente...


                                                                                              POlente Feneri




                                                                                        Rüzgar değirmenleri




                                                               Müze'den bir görüntü.
                                                Vasil'in meyhanesinden bir canlandırma.



Üçüncü gidişimiz 2008 Ağustos ayında gerçekleşti.  Oğlumuz Bora 6 aylıkken bir nefes almak için bu defa farklı duygularla gerçekleştirdiğimiz bir ziyaret olmuştu. Akıllarda kalan gene güzel fotoğraflara imza atmamız ve Ayazma plajının soğuk suyuna girmiş olmamız kaldı.






Gezme merakım, fotoğraflarımın çok daha iyi olması gerekliliğine beni iten nedenlerin başında gelir. Umarım bu 3 ayrı tarihteki gezimizin fotoğrafları bir fark yaratmıştır.