2 Mayıs 2018 Çarşamba

Bir Yazı : Canım Aliye Ruhum Filiz


Şöyle yazmış Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali, paylaşmak istedim…

Babam Sabahattin Ali 1948 yılının karlı bir Şubat sabahı benim ve annemin birkaç poz fotoğrafını çektikten sonra Ankara’dan İstanbul’a doğru yola çıktı ve bir daha geri dönmedi. Ölüm haberini neredeyse bir yıl sonra 1949 yılı Ocak ayında gazetecilerden aldık.

Başta her şey usulüne göre halledilmişti. Sabahattin Ali’yi “milli hisleri galeyana geldiğinden” öldürdüğünü iddia eden bir katil vardı ortada, babama ait olduğu söylenen fakat tanınmaz halde olan bir ceset de bulunmuştu. Ne var ki cesedi teşhis etmeye o zaman hayatta olan annesi ve eşi çağrılmadı. Böylece ceset esrarengiz bir şekilde kayboldu. Sabahattin Ali’ye ait bir defin belgesi bile yok. Yani nereye gömüldüğü bilinmiyor. Olayın iç yüzü bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm iktidarlar tarafından ısrarla aydınlatılmadı. Sabahattin Ali 70 yıldır kayıptır.

Sabahattin Ali gibi tanınmış, sevilen bir yazarın hunharca öldürülmesinin yarattığı dehşet ve korku, toplumu suskunluğa sevkederken öte yandan her türlü muhalefeti sindirmeyi vazife bilen karanlık güçlere de cesaret verdi. Her 10 yılda bir tekrarlanan askeri darbeler ile karanlık güçler denen aslında içimizden birileri, diğerlerini yok etmeye devam ettiler. Öldürülen gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, bilim insanlarının ardından toplumda gitgide derinleşen ve hiçbir şekilde tedavi edilmeyecek yaralar açıldı.


Yetmiş yıl sonra gelinen noktada toplum, toptan pasifize edilmiş, her türlü haksızlık, hukuksuzluk, cinayet ve dehşete kanıksamış durumdadır. Ne var ki güneşin her sabah doğması kadar doğal ve değişmez bir gerçek var evrende. Hafıza. İnsan hafızası kaybolan, kaybedilen, yok edilen, yakılan, parçalanan değerlerimizi unutmaz. Onlar, bu kayıp değerler hiç umulmadık bir yerde, umulmadık şekilde toplumun karşısına çıkar ve “susmaktan hiç utanmadınız mı ? “ diye sorar.



12 Nisan 2018 Perşembe

Bir Not



Herşeyi erteliyoruz 
Bilerek ya da bilmeyerek
Hiç olmayacak yarınların
Hiç gelmeyecek zamanların düşünü kurup 
Bugünü atlıyoruz
Yaşanmamış 'an' lara her saniye yenisini ekliyoruz 
Yaşanmamış zamanların koleksiyoncusuyuz
Oysa bu koleksiyon beş para etmiyor
Farkında bile değiliz


Hayat denilen şey, öyle uzun bişey değil. 

Mutlu geçirdiğimiz anların toplamı ne kadar fazlaysa
O kadar "YAŞADIM" diyebilmeli insan. 



Kirpi Kafa & Pisi Burun
Nisan,2018 - K.yolu


15 Mart 2018 Perşembe

Bir Gezi : Çanakkale Şehitleri


Bu yıl 103. Yıldönümü’nde hepimiz biliyoruz ki Çanakkale Savaşlarında kazanılan zafer Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temel taşıdır.

Atatürk Türk insanını ve onun vatan sevgisi ile dolu gücünü Çanakkale Savaşları’nda tanıdı. Bağımsızlığımızın kazanılmasında en önemli ve ilk engeli Çanakkale’de aştı.Her Türk cocuğu Çanakkale Savaşlarını okuyarak atalarının düşmana karşı bu güzel vatanı nasıl koruduğunu bağımsızlığı ve hürriyeti için ölümü hiçe saydığını öğrenmelidir ki bağımsız ve hür yaşadığı ülkesi Türkiye’nin değerini daha iyi anlayabilsin.

Bu düşünceden yola çıkarak 28 Mart 2009’da yani 94. Yıldönümünde bir zamanlar içinde yer aldığım gezdikce ekibiyle ilk gezimizi Gelibolu Yarımadası’nda yatan şehitlerimizi ziyaret ederek anlamlandırdığımız bir organizasyon yapmıştık.

On beş kişilik grubumuzla sabahın karanlığında buluştuk. Pek çoğumuz ilk kez Şehitliği ziyaret edeceği için heyecanlıydı. Yolculuğumuz güle oynaya, çaylar ve kahveler eşliğinde birbirimizi tanıyarak geçti. Tanışma hikayelerimiz benim en çok eğlendiğim anlardan biri oldu.

Önce Kilitbahir’den Çanakkale’ye geçtik. Sırayla kaleiçini , müzelerini ve Nusret Mayın gemisini gezdik. Beni en çok büyüleyen Kaleiçi oldu. Kale duvarları savaşın ne derece şiddetli geçmiş olduğunu apaçık gösteriyor. Kale içindeki gezimiz savaşın stratejisini anlatan video gösterimiyle başladı. Askerlerin anlatımı ve küçük bir tiyatro canlandırmasıyla daha da anlamlı hale geldi.

Müze gezimizin bitiminde sipariş ettiğimiz meşhur peynir tatlılarını da aldıktan sonra Truva atını görmek için sahil yolunu tuttuk. Rehberimizin Truva atı önündeki kısa anlatımından sonra ilk feribota binmek için iskeleye yürüdük. Asıl Şehitlik gezimiz şimdi başlıyordu.

Abide yolu üzerinde önce Alçıtepe, Sargıyeri ve Yahya Çavuş Şehitliği’ni gezdik. Daha sonra da Abidenin olduğu yere çıktık. Şehitliği ilk ziyaretimden bu yana 4 yıl geçmişti ve bir takım yerlerde yeni düzenlemelerin olduğunu gördüm. Abide’nin ordaki mezarlar daha önce yürüyüş yolu olan yere taşınmış ve alfabetik şehirlere göre düzenlenmiş.

57. Alay
Mezarların oradan oraya habire taşınmasını tasvip etmesem de aradığımız şehit’i bulmak kolaylaşmış ve mezar taşları daha güzel bir hale gelmiş. Yahya Çavuş Şehitliği’nde ise tabyalar temizlenmiş ve taşlar yeniden onarılmıştı. Önceden bakımsız, her yerinden yabani otlar çıkmış tabyaları ücretsiz gezebilirken bu defa bakımlı ve temiz aynı tabyaları ücretli olarak gezebilirsiniz.

Yemek molası verdikten sonra gezimize kaldığımız yerden devam ettik. Kemalyeri, Conkbayırı, 57. Alay Şehitliği, Kabatepe ve Kanlısırt’ı gezdik. Hepimizin tüylerinin ürperdiği ve sessizce gezdiği , yüzlerimizde derin hüzün izlerinin belirdiği tek bir yer vardı ki , bir askerimizin bile sağ çıkamadığı 57. Alay... Dahası hangi mezar taşına bakarsanız bakın 25 yaşın üstünde tek bir şehit göremezsiniz. “Aziz şehitlerimiz , Vatan size minnettardır. Ruhunuz şad olsun. “

Gezimiz gün batarken Anzak Koyu’nda son buldu. Grup üyelerimizin her biri çok şeker insanlar olmasının yanında uyumluydular. İlk gezimizi kazasız belasız gerçekleştirmiş olmaktan mutlu ve huzurlu evlerimize döndük.


Ve son olarak kim bilebilirdi ki 2014 yılına geldiğimizde18 Mart günü bir kız çocuğu dünyaya getireceğimi? Ama işte minik kızım bu güzel ve anlamlı günde gözlerini dünyaya açtı. Bugün 4 yaşına geldi bile.  


Şehitlik Abidesi ve Zuzu

Anzac

57. Alay

57. Alay 'da tüylerimizin ürperdirğini hissettiğimiz anlar

Gezdikce'yi beraber başlattığım arkadaşım Fethiye



7 Mart 2018 Çarşamba

Bir Kitap : Tek ve Tek Başına

Bu makaleyi, daha bebekken muayne ettiği sırada Türkan Saylan’ın üzerine işeyen çok sevdiğim bir dostum için hazırladım. Annesi mahçup olmuş ama Türkan Hoca “gülsuyu o gülsuyu ” diye cevap vermiş. Kitaptan öyle can alıcı alıntılara yer verdim ki okuyan anlayacak Türkan Saylan’ın nasıl duyarlı, saygılı, insan sevgisiyle dolu ve mütevazi bir insan olduğunu…

Aynı zamanda bana başta kayınvalidem ile kayınpederim ve onların arkadaşları Bahriye Teyze, Cihangir Amca, Handan Teyze, Ender Amca’yı hatırlattı. Çünkü bu insanlar o dönemin idealist insanlarıydı ve herbiri Anadolu’ya gidip görev yapmaktan asla çekinmediler. Köylüyü kalkındırmaktan geri durmadılar. Üstelik bunu zoraki değil, inançla yaptılar.

Aşağıdaki yazılan her bir satırda rakı sofralarında onlardan ilgiyle dinlediğimiz hikayelerin olayların da bir bütünü mevcut aslında. Hepsinin kulakları çınlasın, kayınperderimi de rahmetle anıyorum.

Yalnız bu kadar olur “rakı sofraları” yazdım ve resmen rakı tadı geldi boğazıma iyi mi ?! Ben ki şarap kadını, üstelik şu an saat 09:28 çay içiyorum. Bu ne yaman çelişki J


Darbeleri yaşamış görmüş ve etkilerini anlattığı paragraf;

1980 yılının Eylül ayında, korktuğum başımıza geldi. Askerler bir darbeyle ülke yönetimine el koydular. Bütün partiler,odalar, dernekler gecici olarak kapatıldı. Terör korkusu yerini başka korkulara bırakmıştı. Tüm toplumsal ve siyasi yapılanmalar alt üst olmuştu. Terörün odaklarından biri olarak gösterilen ve saygınlığını kaybeden üniversite, işte o günlerde ne yazık ki bence en büyük darbelerden birini aldı. 12 Eylül anayasasını yapma görevi, üniversiteye değil Milli Güvenlik Konseyi emirlerine uyan bir grup öğretim üyesinin sorumluluğuna bırakıldı. Zaten 27 Mayıs darbesi sırasında, 147’ler olayından dolayı üniversitelerde bozulma başlamış, birçok değerli öğretim üyesinin askere gammazlanarak görevlerinden atılmasıyla içten içe bir çürüme yaşanmış, kurum saydamlığını kaybetmişti. Şimdi bizi daha zor günlerin beklediği besbelliydi. Ne yazık ki, üniversite, sivillerin hazırladığı anayasanın bize bol geldiği gerekçesiyle, ortadan kaldırılmasına karşı koymadı, koyamadı. Oysa sığ politikalara karşı tavır alıp söz söylemesi gereken en önemli kurumdur üniversite; aklın, bilimin sözcüsü olmalıdır. Üniversite, akıl ve bilimle siyasetcilere yol göstermezse, yapılan hatalarda onun da payı olur.

Üniversitenin sus pus olduğu, sistemin tek tip öğrenci yetiştirmeye başladığı bir dönemde yaşamaya başlamıştık. Gençlere sadece bir mesleğin teknik yanları öğretilmeye başlandı ama çağdaş, düşünen, tartışan, kendini ifade edebilen, onuruna sahip, eşitlikçi bir insan olabilmeleri için gereken donanım verilmedi. Bir mesleğin toplumla bağlantıları, ülke kalkınmasındaki ve uluslararası ölçütlerdeki yeri ihmal edildi.


Meslektaşlarına veryansın ettiği paragraf;

Hekimlik mesleğini seçen insanların özveriden kaçınmaları ne büyük bir yazıktı!
Dünyada binlerce meslek ve iş dalı vardı. Fedakarlık etmekten gocunanların, bu meslekten uzak durmaları gerektiğini düşünmüşümdür hep. Çünkü hekimlik, acılara eğilmektir, acıları dinlemektir, acıları dindirmektir. Sosuz özveri ister. Lepra Hastanesi’ne başhekim tayin edildiğimde, Bakanlık bana ancak tek bir ay için ödeme yapabilmişti. Sonra, bu paranın verilemeyeceği de anlaşıldı ve ödeme kesildi. Ne başhekimliğimden ne de diğer ek görevlerimden bir kuruş para almadım. Para alamıyorum diye görevden çekileydim, kimbilir kaç hasta bakımsız, sahipsiz kalırdı. Bir hekimin en büyük ödülünün manevi getiriler olduğuna inanırım. Para kazanmak, zengin olmak istemek çok güzel bir duygu ama bunu isteyenler ticaret yapmalı. Bir başka büyük yazık da zamanı ve emeği doğru değerlendirerek kullanamamaktı. Oysa zaman ve emek doğru kullanılabilse, ne çok iş yapılabilirdi!



1984 – 85 yıllarında Van’ın Bahçesaray ilçesine cüzam taraması için bir ekiple gittiklerinde yaşadıklarını anlattığı paragraf;

Akşamları çocuklarla konuşurken, sadece muayne ettiğimiz hastalarımızdan değil, bulunduğumuz bölgenin siyasi yapısından da söz ediyorduk. Genç doktor adayları, ağalık düzeninin, cumhuriyet düzeniyle barışık yaşıyor olmasından incinmiş görünüyorlardı. Bu barışıklığın ardında, ağaların her iktidar için bir  oy deposu olarak algılandığını orada öğrenecek, üzülecek ve şaşıracaktım.

On beş yıl öncesine kadar, tüm toprakların birbirleriyle yakın akraba üç aileye ait olduğunu öğrenince de şaşırmıştık. Bu üç aile, köylüleri çalıştırmak için kaba kuvvete de başvururmuş gerektiğinde. Topraksız köylü çaresizlikten, çoğu kez boğaz tokluğuna çalışırmış. Zaman içinde, yörenin gençleri batıya ve özellikle de Adana’ya çalışmaya gitmeye başlamışlar ve köyde çalışacak genç erkek kalmayınca, ağalar ücret ödemek yerine, toprağın bir bölümünü köylünün kendi hesabına çalıştırmasına izin vermişler.

Biz oraları gezerken, köylüler ağa topraklarında yarıcı olarak çalışıyorlardı. Yani, ağanın malı yerine işçisi olmuşlardı. Ama dertleri bitmemişti. Ağanın sözüyle satılmış ve yine ağanın marifetiyle satıştan vazgeçilmiş topraklar mı isterdiniz, otlak anlaşmazlıklarından doğan sorunlar mı? Sorun çoktu. Ama sorunu çözecek adam yoktu. Köyde muayne ettiğimiz adamlardan tutun, Çukurova’ya çalışmaya gitmiş erkeklere, yeni doğmuş bebeklere kadar herkes şıhın veya ağanın adamıydı. Ağa da haliyle muhtarı oluyordu köyün. Bu ağalar zengindiler, güçlüydüler, kendilerine kul olan bir sürü adamları vardı, devletle ilişki içindeydiler; muhtar ,belediye başkanı, milletvekili oluyorlardı. Bu bölgelere gönderilen devlet memurlarının, siyasi iktidara sırtlarını dayamış bu kişilerle, mücadele gücü yoktu. Hiç olmamıştı, ne Osmanlı döneminde, ne Cumhuriyetin ilk yıllarında ne de şimdi! Buraya tayin edilen kişi, bir an önce bu yöreden gitmek istiyordu. Kalıp kiminle ve ne için mücadele edecekti ki ? Sistem, ağalık düzeninin arkasındaydı. Bunu farkedenin ya gönlü kırılıyordu, ya midesi bulanıyordu. Üstelik buradaki gerilik, bilinçli bir gerilik, sefalet, bilinçli bir sefaletti. Buranın şeyhleri, şıhları, ağaları, bölgelerinde hükümleri azalmasın diye, hiçbir gelişmeye izin vermiyorlardı. Ama hangi partiden olursa olsun, hükümetler onlara göz yumuyordu, çünkü hükümetlerin oy deposuydular.

Akşam yemeklerinin yer sofralarında, çocuklarla aramızda konuşurken, cumhuriyetin kurulduğu yıllarda, hükümetin hazırladığı toprak reformuna doğuda olsun, batıda olsun, ağaların şiddetle karşı çıkmasına çok hayıflanmıştık. Tek parti döneminde bile kotarılamayan bu reformu, artık kimsenin beceremeyeceğini düşünmüştük. Acaba başarılsaydı, doğunun bugünkü sorunları, kökünden halledilmiş olur muydu ? Kaçırılan bir fısat mıydı bu ?

Siyasi yapıyla ilgilenmek bizim vazifemiz değildi ama öğrencilerimin toplumsal olaylara ilgisi ve duyarlılığı hoşuma gidiyordu. Tespitlere ve isyanlara hak veriyordum. Yarın doktor olarak hayata atıldıklarında, bu bölgenin insanları için ellerinden geleni yapacaklarına emindim. Fakat o an, orada, bize düşen cüzamın kökünü kurutmaktı,siyasi fikir üretmek değil. Bu nedenle, vakit gece yarısını bulunca, başgardiyan gibi, onları yataklara yolluyordum. Ertesi gün, erken kalkıp, yoksul, zengin, kul, köle, şeyh, şıh, ağa gözetmeden her insane elimizi uzatabilmek, dertlerine deva olabilmek için uykuya ihtiyacımız vardı. Yorgun bedenlerimiz sert yataklarımıza değer değmez, derin uykulara dalıyorduk.

Bu arada içimizi buran bazı gerçeklerle de karşılaşmıştık. Örneğin Müküs’ten ayrılmış, Ermenilerin, şu anda orada yaşayanlardan çok daha ileri bir uygarlık düzeyinde olduklarını, geride bıraktıkları izlerden anlayabiliyorduk. Her yerde sarnıçlar, su ve sulama kanalları, kilise kalıntılarıyla karşılaşıyorduk. Bir medeniyeti devraldıktan sonra devam ettirememek, suyu kullanmak için ancak kovalarda taşımak, tuvalet sistemini geliştiremeyip, her işi derede görmek, böylece içilecek suyu kirletmek, bizlerin suçu değil miydi ?



Nisan 2009’da tedavi gördüğü evinde baskına uğradığı günü anlattığı paragraf;

Ayağımı uzatmış sakin sakin  oturuyorum divanda ama içimden isyan duyguları da kabarmıyor değildi. Yaşadığım coğrafyanın özelliğini biliyordum. Bu ülkede adil olanla haksızın, akil ile aptalın nasıl birbirinin içinde eriyerek tuhaf bir hüviyete büründüğünün de farkındaydım. Kızgınlığım, seyirci kaldığım, elimden bir şey gelmediği için sadece kendime. Anlatamadığım, aydınlatamadığım, öğretemediğim, dönüştüremediğim için! Yoksa kime ne için kızacağım? Korkuların, kinlerin ve cehaletin esiri olmuş insanlara kızamaz bir doktor. Beni darbeye teşebbüsle suçluyorlar. Oysa darbelerin yaptığı tahribatı kimse benden iyi bilemez. Ben 27 Mayıs darbesinde Çapa’nın ikiye bölünüşüne, 147’liklerin hazin hikayesine, 12 Eylül’de ise eğitim sisteminin tamamen çöküşüne tanık olmuş bir insanım. Darbelerin her seferinde en büyük darbeyi, bilime indirdiğini, gözlerimle gördüm. İzmir Cumhuriyet Mitingi’nde “Ne şeriat, ne darbe” dedim diye bei kürsüye çıkarmasınlar, sonra siz gelin beni darbeci yapın! Sizi gidi şaşkınlar! 

Polisler evden çıkarlarken, sokakta müthiş bir gürültü koptu. Yuhalayanlar,bağıranlar, çağıranlar. Onların ne günahı var? Emir kulu onlar, kendilerine verilen görevi yapmakla yükümlüler. Zorlukla kalktım, pencereye yürüdüm. İğne atılsa yere düşülmez bir halde, evimin bulunduğu sokak. Trafik, televizyoncuların ve kalabalığın yüzünden başka yollara yönlendirilmiş. Komşularına, dostlarıma, Arnavutköylülere, Çağdaş Yaşamcılara, kimbilir ta nerelerden kalkıp bana destek vermeye gelmiş, tanıdığım tanımadığım insanlara, sevgiyle, minnetle baktım ve camın önünde durup susmaları, evimden çıkan polislere yol vermeleri için, ellerimle “ara verin” işareti yaptım. “işte görüyorsunuz ben iyiyim” diye seslendim. “ Artık siz de dağılın, evlerinize gidin. Desteğiniz için teşekkür ederim.”

Yerlerinden kımıldamadılar ve alkışlamaya başladılar. Şimdi , pencereden bakarken anlıyorum ki, evimi bastıranlar, benden bir kahraman yaratmaktalar. Benim şu ana kadar üzerlerinde derin iz bırakabildiklerim sadece hastalarım, yakın çevrem ve eğitimine katkıda bulunduğum çocuklardı. Bunun dışında hiçbir iddam yoktu zaten. Arzularım , hırslarım olaydı, bana getirilen siyasi teklifleri değerlendirirdim. Parayla da hiç aram olmadı. Her zaman fazla paranın insanı bozduğuna inandım, az parayla yaşamaktan hiç gocunmadım. Çocuklarımı ilkokuldan itibaren özel okullarda değil, orta sınıfın ve yoksulun halk çocuklarının gittiği parasız devlet okullarında okuttum, paraya özenmesinler diye. Sade ve sakin bir yaşam biçimini seçtim kendime, hırstan lüksten uzak, sadece memleketimin kadersiz insanlarına ve çocuklarına hizmet etmeye adanmış! Şimdi şu hale bakın, halk dağılmıyor, birşeyler bekliyor benden. Oysa ben, son günlerini yaşayan, çalışkan, özverili bir hekimim sadece, sokaktaki kalabalığın tepkisinin bayrağı hiç değilim.

Pencereden çekildim, perdeyi örttüm, gidip yerime oturdum ve içimden, bu vatanın çocuklarının sonsuza kadar hep haksızlığa ve cehalete karşı, cesaretle bayrak kaldırmalarını diledim. Tıpkı bir ömür benim yapmış olduğum gibi!

Komşular, tanıdıklar, dostlar ve meraklılar. Hepsi burdalar, geçmiş olsun demek için. Konuşmaya mecbur olmayayım diye, gözlerim kapalı duruyorum. Uyukladığımı zannediyor, aralarında alçak sesle konuşuyorlar.

“Bu bir sindirme, korkutma, sopa gösterme olayıdır” diyor biri. “Bunca yıldır ezilmiş, dışlanmış, küçümsenmiş olmanın intikamı alınıyor.”

Bilemem, belki de öyledir. Ama içlerine kapanıp hayata karışmamayı kendileri tercih etmediler mi yıllardır? Nihayet topluma karışmaya karar verdiklerinde, başörtülü kadınlar kamu alanları hariç, her alanda çalışmaya başladılar, hiç de küçümsenmiyorlar. Üstelik şimdi çok güçlü ve çok zenginler. Ne var ki, bir zamanlar iyi Müslüman idiyseler, artık değiller. Çünkü Müslüman, zalim olmaz, ezmez, haksızlık etmez, gösteriş merakına, intikam peşine düşmez!

“Aman, hangi biri gücünden istifade etmeye çalışmadı ki? Kim bu iktidar koltuğuna otursa, kendinden bir öncekilerin canına okudu ve cebini doldurmaya baktı” diyor bir başkası.

İşte bu, doğru tespit, diye düşünüyorum. Gelmiş geçmiş iktidarların, hangi biri hakkaniyetli davrandı? Hangisinin gözünü hırs bürümedi, hangisi adil kalabildi? Hata yapmadı? Niye bunlar farklı olsun ki? Sağdan sola bütün partileri, liderleri ve insanlarıyla, bir bozulma yaşıyorsa ülke, eğitim sistemimizde ve ahlak öğretimimizde büyük bir yanlışlık olmalı. Hangi iktidar gelirse gelsin, akıl sağlığını ve ahlakını kaybetmekte toplum.

Ama beni en çok üzen, bir kez daha kamplara ayrılıyor olmamız. Bunu hep yaptık. Hiç ders almadık. Küçüçük bir kızdım, evimde Halk PArtisinden nefret edilirdi, çünkü babam koyu bir Demokrat Partili, annem ise keskin bir komünist düşmanıydı. 1958 yılına geldiğimizde, ülke ikiye ayrılmıştı, CHP’liler ve DP’liler olarak. Köylerde kahveleri camileri bile ayırmışlardı. Ne saçmaymış! Koyu DP’li babayla, anti-komünist annenin kızı, büyüyünce sola eğdi gönlünü, sosyal demokrat oldu, emperyalistlerden, aşırı zenginlerden, güçlülerden uzak durdu hayatı boyunca. Bir işe yaradı mı bu iki parti arasındaki nefret? On değerli yılını yedi Türkiye’nin, sonra unutuldu gitti, olan o yıllarda araya sıkışan kuşaklara oldu. Sonuç : 27 Mayıs Darbesi! İpin ucunda asla hesabını veremeyecemiz üç ölü!

70’li yıllara geldiğimizde bu kez, devrimci , ülkücü diye bölündük. Ne kadar genç insan öldü bu manasız çatışmada. Yine darbe! Sonsuz acılar! Ateşler içinde bir vatan! Alevi-Sünni diye ayrıldık. Türk-Kürt diye ayrıldık. Gencecik çocuklarımıza kıydık, en değerli sanat insanlarımızı yaktık, kül ettik, yerlerini asla dolduramayacağımız. Şimdi yine aynı şeyi yapıyoruz. Bu kez din üzerinden bölünüyoruz. Türbanlı-türbansız, inançlı-inançsız, dinci-laik! Sürekli intikam peşindeyiz. Ne saçma bir gidiş bu! Ne tehlikeli ne yaman!


2 Mayıs 2009’da ÇYDD’nin 20. Yıl kutlamasındaki heyecanını dile getirdiği paragraf;

Aman Allahım! Aman Allahım! Bu ne kalabalık! Böylesine tıklım tıkış, tepeleme dolu bir salon, daha önce ben gördüm mü ömrüm boyunca? Bütün koltuklar dolmuş, belli ki yer yetmemiş, koridorlar dolmuş. Yine yer yetmemiş, sahnenin sağ tarafına sıra sıra sandalyeler dizmişler, onlar da dolu. Sahnenin bana gore sol tarafında, Anadolu’nun çeşitli okullarından gelen Kardelenler’i oturtmuşlar. Üstlerinde beyaz gömlekleriyle, karda açan narin çiçeklerim benim. Sahnenin önü fırdolayı bembeyaz çiçeklerle süslenmiş. Saf,temiz, beyaz çiçeklerle. Ortada Fazıl Say ve arkadaşları duruyorlar. Benim içeri girişimle birlikte, alkış koptu.

Herkes ayakta. Alkış dinmiyor. Dinmiyor. Beni mi alkışlıyorlar? Dönüp oğluma bakıyorum, gözleri yaşlı. Salonda görebildiklerimin de gözlerinde yaşlar var. Hep alkışlıyorlar.

Görüyorum ki, bir ömrü boşa harcamamışım! Bir doktorun tek arzusu, hastasını sağlığına kavuşturmak, yaşamını uzatmaktır. Ben bundan fazlasını yaptım; hastalarıma yaşam şartlarını da hazırladım, onlara iş ve aş buldum, çocuklarına kanat gerdim. Minnettarım tüm hayatımı vakfettiğim cüzamlılarıma, çünkü onların çocukları sayesindedir ki, memleketimin binlerce başka çocuğuna da uzanabildim. Yoksul olmaları, çaresiz olmaları koşuluyla, hiç ayırım yapmadan, Türk, Kürt, Süryani vs. demeden, kırsalın evlere hapsedilmiş kızlarına kapıları araladım, ışık tuttum yollarına. Beni hırpaladılar, yerden yere vurdular, ne gavurluğum kaldı, ne Kürtçülüğüm, ne de komünistliğim. Şu son aramayla da darbeci yerine kondum. Umurumda bile olmadı. Çünkü ben, gavur, Kürtçi, komünist veya darbeci değilim. Ben sadece, yüreği insan sevgisiyle dolu bir hekimim. Ülkemi, insan haklarına ve hukuka saygılı,demokrasiye inanan hükümetlerin idare etmesini isteyen bir vatanseverim. Hayatım boyunca tek istediğim, iyi ve dürüst bir insan olmaktı. İyi ve dürüst insanlarla birlikte yaşamaktı. Şu anda beni alkışlayanlar, benim gibi iyi ve dürüst insanlar. Benim gibi onlarda bu ülkede, hukukun üstünlüğüne güvenerek, özgür ve onurlu yaşamak istiyorlar. Bana tuttukları alkış, şu sol tarafımda oturan çocukları, ortaçağ karanlığından çekip ışığa, aydınlığa yürütmek için verdiğim çabaya, başka şeye değil. Kaya diplerinde açmış çiğdemlere benzeyen çocuklara, vadettiğim, insanca yaşam için bu alkışlar.



Masumiyet çağının, azla yetinen, kolayca sevinen ve herşeye üzülen çocukları bizler! Bu yaşa geldik, kimimiz hala izlerini taşırız o safiyetin.”



 “Kadın erkek tüm insanlığın aklın ve vicdanın aydınlattığı yolda yürümeyi seçeceği gün er veya geç gelecekti. Buna bütün kalbimle inanıyordum. Sabrımı ve sükunetimi bu inançtan alıyordum. O güne kadar, başa her gelen çekilecek! Oyunun kuralı böyle! Yaşam oyununun! Ne demiş şair, “Yaşamak şakaya gelmez!”






5 Mart 2018 Pazartesi

Bir Mektup : Sevgili Koleksiyoncu


Geçtiğimiz pazar günü Işıl Özgentürk'ün bir yazısı beni bir başka kitabı okumaya davet etti. Anais Nin ve Henry Miller'ın mektuplarından oluşan "Edebi Bir Tutku" kitabı listeme eklenmiş durumda. Bir insan bu kadar mı sever aşk mektupları okumayı ? Evet, çünkü yaşayan  insanlarla karşılaşmayı, farklı hayatlar görmeyi, farklı dünyaları hissetmeyi seviyorum da ondan...

Işıl Özgentürk de zaten makalesini bahsettiği mektubu yazan Fransız yazar Anais Nin'den esinlenerek yazmış. 

Anais Nin'in mektubunu çok beğendiğim için bende çocuklarımla paylaşmak istiyorum. 

Işıl Özgentük yazısı için;  http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/933348/Cinsellik_ustune_ahk_m_kesenlere_gelsin_.html

Kırklı yıllarda, Anais Nin ile Henry Miller, parasız kaldıkları bir dönemde kendilerine sayfa başına para ödeyen bir adam için erotik öyküler yazarak hayatlarını kazanmışlar. Rumuzu "Koleksiyoncu" olan bu müşteri pornografi ağırlıklı yazmalarını, edebi anlatıma girmeden sadece seks üzerinde yoğunlaşarak yazmalarını istemiş.  

Anais Nin sinirlenmiş ve aç kalmayı göze almak pahasına adama unutamayacağı bir ders vermeye karar vermiş. Şöyle bir mektup yazmış: 

Sevgili Koleksiyoncu... Sizden nefret ediyoruz. Seks, apaçık, alışıldık, abartılı olduğunda, mekanik bir saplantı halini aldığında, tüm gücünü ve büyüsünü yitirir. Bir can sıkıntısına dönüşür. 

Seksi, duygularla, isteklerle, arzularla, şehvetle, fantezilerle, kaprislerle, kişisel esinlenmelerle, rengini, tadını, ritmini ve yoğunluğunu değiştiren derin ilişkilerle karıştırmama yanılgısını herkesten fazla siz öğrettiniz bize. Cinsel etkinliği, onu harekete geçiren bir yakıt olan özellikleri, yani düşünsel, düşsel, romantik ve duygusal yanlarını dışarıda bırakarak mikroskop altında incelemekle neler kaybettiğinizi bilemezsiniz. Sekse şaşırtıcı dokusunu, o narin dönüşümlerini, uyarıcı öğelerini kazandıranlar da onlardır. Siz duygusal dünyanızı adamakıllı küçültüyor, onu solduruyor, açlıktan öldürüyor, ona kan kaybettiriyorsunuz. 


Siz cinsel yaşantınızı, aşkın şehvet duygusuna şırınga ettiği tüm o heyecan ve serüvenlerle beslenebilseydiniz, dünyanın en iktidarlı adamı olurdunuz. Cinsel iktidarın kaynağı meraktır, tutkudur. Siz o minicik alevinizin havasız kalarak sönmekte olduğunu görüyorsunuz. Tekdüzelik seks için bir ölümdür. Duygular olmadan, buluş yeteneği ve yatkınlık olmadan yatakta hiçbir sürpriz olmaz. Seksin, gözyaşlarıyla, kahkahalarla, sözcüklerle, vaatlerle, kavgalarla, öfkelerle, hasetlerle, korkunun tüm bileşkenleriyle, yurtdışına yolculuklarla,yeni yüzlerle, romanlarla, öykülerle, düşlerle, fantezilerle, müzikle, dansla ve şarapla karışması gerekir. 


Siz, farklı ve benzersiz harikalarla oluşan bir haremin tadını çıkarabilecekken, cinsel organınızın ucundaki periskop yüzünden neler kaybettiğinizi biliyor musunuz? Birbirinin eşi iki saç yoktur, ama siz, sözcüklerimizi saçı tanımlamak için harcamamıza izin vermiyorsunuz; birbirinin eşi iki koku da olamaz, ama bu konularda derinleşmek istesek, yaygarayı koparıyorsunuz ‘Şiirselliği atlayın’ diye. Aynı dokuda iki ten yoktur; ışık, ısı ya da gölgeler asla aynı olamaz; hareketler hiçbir zaman aynı değildir; çünkü bir sevgili, gerçek aşkın heyecanına kapıldığında, aşk biliminin yüzyıllara dayanan dizgisini uygulayabilir. O ne çeşitliliktir, o ne yaş farklılığıdır, olgunluk ve masumiyette,azgınlık ve sanatta o ne çeşitliliktir. Saatlerce oturup sizin nasıl biri olduğunuzu merak edip durduk. Duygularınızdan ipeği, ışığı, rengi, kişiliği, mizacı esirgediyseniz, artık tümüyle sararıp solmuş olmalısınız. Seks ırmağına dökülerek onu besleyen dereler benzeri, küçük küçük onca duygu vardır. Yalnızca cinsellikle yüreğin birlikte atması yaratabilir o coşkuyu.” 



Çağlayan - Mart 2018


14 Şubat 2018 Çarşamba

Bir Tiyatro : Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince, Ama Şimdi İyi


Hayatımda ilk defa bir tiyatro oyununu 2 defa izledim. İzlemeye değer gördüklerimle izlemeye değer gördüğüm çok az şey olmuştur. Bu da onlardan biri.

Oyun atölyesindeki tüm oyunları her sezon takip eder, izlemeye çalışırım. Geçen yıl izlediğimde aklımda kalan pek çok etkileyici sahneyi, ikinci izleyişimde detayları da yakalayarak anlatmak istediğim tastamam haliyle makalemi artık yazabilirim.

Esra Bezen Bilgin’i gözlerimi bile kırpmadan izlediğim ilk oyunuydu. İkinci oyunu Haluk Bilginer ile oynadığı “Pencere” oyunundaki performansında da aynı pür dikkatle izlemiştim. İnanılmaz, muhteşem başarılı bir oyuncu diyeceğim ama hafif kalacak. 2011 ve 2012 En İyi Kadın Oyuncu ödüllerini topladığı oyundur. Boşuna toplanmamış olduğunu görüyoruz. Esra Bezen Bilgin’i tanımasanız oyunu izlerken dersiniz ki bu kadın kesin Ukraynalı. Türkçeyi yeni öğrenen yabancı uyruklu bir kadın aksanı ve vurgularıyla o kadar güzel oynuyor ki Türk olduğundan şüphe edersiniz. Ses tonu, mimikleri, duygusal tepkimeleri, konsantrasyonu, rolüne kendini adamışlığı bu kadar doğal ve bu kadar inandırıcı oyunculuk sergilemesi ile kendisine hayran bıraktırıyor.

Talimhane temsili olan oyunun adı içinizde nasıl hafiften bir travma yaratıyorsa anlayın ki adı gibi  oyunun kendisi de dramatik alt yapısıyla , güldürürken bile içinizi burkan, yüreğinizden bir şeyler koparan, olayda herhangi bir komedi olmadan da canınızı acıtan şeyler olduğunu farkedeceksiniz.

Tek perde, 75 dakikalık oyun, 3 ayrı zamanı 3 ayrı yatak ile sahnede sade bir dekor ile anlatabilme becerisi de ayrıca takdire değerdi. Geçen 3 zamandan sadece birinde yer alan diğer oyuncu Güliz Gençoğlu da göründüğü sahnede çok iyiydi. İnandırıcı bir karakterdi ve Esra Bezen Bilgin ile kuvvetli bir uyum içindeydi.

Oyun kurgusunda hikayeyi etkileyici yapan, son sahnede neler olduğunu gördükten sonra "aslında herşey demek böyle başlamış" kısmını görmekti. Duygu sömürüsü yapmadan, kadın ticaretinin hikayesini böylesine güzel anlattığı için yönetmen Mehmet Ergen'i de ayrıca tebrik etmemiz gerek.

Dijana çantasından bir gazete haberi küpürü çıkartıyor. Çok etkilendiği bir haberi kesmiş ve saklıyor. Haberde yedi yaşında bir kıza kalp nakli yapmışlar ve ameliyattan çıkar çıkmaz gazeteciler minik kıza mikrofonları uzatıp sormuşlar: “Ne hissediyorsun ? ”  Minik kız da cevap vermiş : “Önce bir boşluk oldu kalp gidince ama şimdi iyi” demiş. “Yedi yaşındaki kıza da bak nasıl bir cümle kurmuş böyle hem de etrafa gülücükler saçarak” diyor. “Ben olsam böyle cümleler kuramazdım. Ameliyattan yeni çıkmış, ağzımdan burnumdan hortumlar sarkarken,  o gazetecilere lütfen siktirip gider misiniz derdim” diyor.

Burada yedi yaşındaki çocuk bile bir başkasının kalbiyle yaşayabiliyorsa, cesaret gösterip hayatın akışını değiştirerek bir başkasının kalbiyle bambaşka hayatlar yaşanamaz mı ki mesajı alınıyor ama Dijana için bu gerçekleşmiyor! Neden gerçekleşmiyor? Çünkü gelir gelmez pasaportuna el konup, fuhşa zorlanan Dijana, satıcısına (Mustafa) karşı aşka tutuluyor ve başına geleceklerden habersiz, doğacak çocuğuyla mutlu bir gelecek hayal etmeyi sürdürüyor. Aşk ve aradığı daha iyi bir hayat için geldiği İstanbul’da kurtuluş özlemi ile olanları görmüyor ve aslında Mustafa’nın her sözüne inanarak kandırıldığının farkına çok geç varıyor. Kısaca anlatılan alıkonulan milyonlarca kadının yaşamlarının dramıdır.

Oyun yeni başladığı esnada “Aslında çok komik bir şey var, ben kaç para ettiğimi biliyorum. Kaç kişi söyleyebilir bunu? Üç bin dolar ediyorum. Çünkü Mustafa benim için o kadar ödedi. Yani tam iki buçuk iphone" tiradı, saçları için paraya kıyıp Loreal şampuan tercih ettiğini anlatırken “Loreal çünkü ben buna değerim” tiradı, yatakta son müşterisi geldiğindeki "Ne düşünüyorum?" tiradı , yatağın üstünde dans ederek Mustafa'ya aşık olduğu anı anlattığındaki  "Dişleri bembeyazdı!" tiradı ve "Benim kafa sayılara basıyor, öyle diyor Mustafa” tiradları akıllara kazınacak cinstendi.

Gerçekten iyi bir oyun ve iyi bir hikaye izlemek istiyorsanız kaçırılmaması gereken bir oyun. Hala oynuyorken gidip görün.

Yazan
Lucy Kirkwood

Çeviren & Uyarlayan
Seçil Honeywill

Yöneten
Mehmet Ergen

Oyuncular
Esra Bezen Bilgin ve Güliz Gençoğlu

ÖDÜLLER :
2012
Afife Jale Ödülleri
Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü (Esra Bezen Bilgin)

2012
Sadri Alışık Ödülleri
Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü (Esra Bezen Bilgin)
Yardımcı Rolde Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü (Güliz Gençoğlu)

2012
Tiyatro Eleştirmenleri Birliği
Yılın Tiyatro Oyuncusu Ödülü (Esra Bezen Bilgin)

2012
Tiyatro Dergisi
Yılın Çevirmeni Ödülü (Seçil Honeywell)

2012
Tiyatro Dergisi
Yılın En Başarılı Kadın Oyuncusu Ödülü (Esra Bezen Bilgin)

2011
Direklerarası Seyircileri
Küçük Salon En İyi Kadın Oyuncu Ödülü (Esra Bezen Bilgin)

2011
MSM Sanat Ödülleri
En İyi Yönetmen Ödülü (Mehmet Ergen)

2010

İngiltere / John Whiting Ödülü 


19 Ocak 2018 Cuma

Bir Kitap : Sırça Fanus

“Eğer birinden hiçbir şey beklemezsen hayal kırıklığına uğramazsın.”

Sylvia Plath , 11 Şubat 1963 günü yaşamına son verdi. Kimbilir neden yapmıştı bunu? Sylvia’nın daha önce, Sırça Fanus’un son iyimser sayfalarında yazdığı gibi;

- o sırça fanus ki bir kez çok parlak ve başarı biçimde, görünüşe göre tamamen ondan kurtulmuş ama onun içinde yaşamış bir insanın berrak anlatımıyla, «sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkanıp kalmış biri için dünyanın kendisi kötü bir düştür,» demişti.

Kitapta kendimi bulduğum sayfalardan alıntılar;

Yapamadığım şeyleri saymaya giriştim.

Yemek pişirmekle işe başladım.

Büyükannem ve annem yemek pişirmekte öyle ustaydılar ki, her şeyi onlara bırakırdım. Bana sürekli şu ya da bu yemeğin nasıl yapıldığını öğretmeye çalışırlardı. Ama ben yalnızca seyreder ve verilen bilgiler bir kulağımdan girip ötekinden çıkarken, «Evet, evet, anlıyorum,» der dururdum. Sonra da denediğim her şeyi berbat ettiğim için kimse bir daha yapmamı istemezdi.

Okuldaki ilk yılım boyunca tek ve en iyi arkadaşım olan Jody’nin bir sabah evinde bana omlet yapışını anımsıyordum. Olağanüstü lezzette bir omletti bu. İçine fazladan bir şey koyup koymadığını sorduğumda peynir ve sarımsak tozu koyduğunu söyledi. Bunu kimden öğrendiğini sorduğumda da, hiç kimseden öğrenmediğini, kendisinin düşünüp bulduğunu söyledi. Ama şu da vardı ki, Jody çok pratikti ve sosyoloji öğrencisiydi.

Stenografi de bilmiyordum.

Bu da demekti ki üniversiteden sonra iyi bir iş bulamayacaktım. Annem kimsenin yalnızca edebiyat okumuş birini istemediğini söyler dururdu. Ama steno bilen bir edebiyat mezunu bambaşka bir şeydi. Öyle birini herkes isterdi. Gelecek vadeden bütün genç adamlarca aranır ve sonra da birbiri ardından heyecan verici mektuplar kopya eder dururdu.

Ne var ki ben erkeklere herhangi bir biçimde hizmet etme fikrinden nefret ediyordum. Ben kendi heyecan verici mektuplarımı kendim yazdırmak istiyordum. Dahası, annemin bana gösterdiği kitaptaki steno işaretleri t eşittir zaman ve s eşittir toplam uzaklık kadar kötüydü.
Listem uzuyordu.

Çok kötü dans ederdim. Müziğe hiç uyamazdım. Dengem öyle bozuktu ki, beden eğitimi dersinde ellerimizi yana açıp başımızda bir kitapla dar bir tahta üzerinde yürüdüğümüz zaman hep yana devrilirdim. Ne ata binebiliyor, ne de kayak yapabiliyordum. En yapmak istediğim şeylerdi bunlar, ama çok pahalı sporlardı. Almanca konuşamıyor, İbranice okuyamıyor ve Çince yazamıyordum. Önümdeki Birleşmiş Milletler delegelerinin temsil ettikleri sapa ülkelerden çoğunun haritadaki yerlerini bile bilmiyordum.

Orada, Birleşmiş Milletler binasının ses geçirmez kalbinde, hem tenis oynayıp hem de simültane çeviri yapabilen Constantin’le o bir sürü deyim bilen Rus kızının arasında otururken, ömrümde ilk kez kendimi korkunç yetersiz hissettim. İşin kötüsü, oldum olası hep yetersizdim, yalnızca bunu şimdiye dek hiç düşünmemiştim.

Başarılı olduğum tek şey burslar ve ödüller kazanmaktı; o dönem de kapanıyordu artık.
Kendimi koşu yolu olmayan bir dünyada yaşayan bir yarış atı gibi hissediyordum. Ya da üniversitede futbol şampiyonuyken birden kendini Wall Street’te bir takım elbisenin karşısında buluveren ve parlak günleri, bir mezarcının üzerine kazılmış bir tarih gibi şöminesinin üzerindeki altın kupada kalan biri gibi.

Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum.
Her daim ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Socrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın âşık, bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım bir sürü incir daha vardı.

Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarınım dibine düşüyorlardı.



Constantin’le evli olmanın nasıl bir şey olacağını kafamda canlandırmaya çalıştım.
Sanırım sabah yedide kalkıp ona jambonlu yumurta, kızarmış ekmek ve kahve hazırlayacak, o işe gittikten sonra da üstümde gecelik, başımda bigudilerle sallana sallana kirli tabakları yıkayıp yatağı düzeltecek ve o dışarıda hareketli, büyüleyici bir gün geçirdikten sonra eve döndüğünde esaslı bir akşam yemeği bekleyecek, ben de geceyi daha da fazla kirli tabak yıkayarak geçirecek ve sonunda bitkin düşüp yatacaktım.

On beş yıl boyunca sürekli tam not almış bir kız için boşa harcanan, kasvetli bir yaşam olurdu bu, ama evliliğin böyle bir şey olduğunu biliyordum. Çünkü Buddy Willard’ın annesi de sabahtan akşama dek yemek pişirmek, temizlik yapmak ve çamaşır yıkamaktan başka bir şey yapmıyordu. Oysa bir üniversite profesörünün eşiydi ve kendisi de bir zamanlar bir özel okulda öğretmenlik yapmıştı.

Ve biliyordum ki bir erkeğin evlenmeden önce bir kadına verdiği tüm güllere, öpücüklere ve restoranlarda yedirdiği akşam yemeklerine karşın, gizliden gizliye istediği tek şey, evlilik işlemleri biter bitmez kadının Bayan Willard’ın mutfak paspası gibi ayaklarının altına serilmesiydi.


Kitabın Adı : Sırça Fanus
Yazarı : Sylvia Plath
Sayfa Sayısı : 256

Baskı Yılı : 2013