23 Aralık 2013 Pazartesi

Grinin Elli Tonu


Kitabı okuyan bir arkadaşımın kitap ile ilgili yorumları beni bu kitabı okumaya iten nedenlerden biridir. Çünkü genelde okuduğum bir tarz değildir. Arkadaşımın yorumu şu şekilde olmuştu. Yazarın gerçek olamayacak kadar mükemmel bir baş karakterden bahsettiğini,  inanılmaz derecede yakışıklı, lüks araba, ev hatta helikopteri olduğunu,  koca bir şirket sahibi üstelik de yaşı da bunlara sahip olamayacak kadar genç… İnanması biraz güç gerçekten… Yayınlandığı andan itibaren çok satanlar listesine yerleşmesi elbetteki sadece bu tezatlık değil aynı zamanda içeriğinde fazlaca erotizm barındırıyor olmasıdır.

Ana ve Kate yeni mezun iki kız arkadaş aynı evi paylaşmaktadır. Kate bitirme ödevi için ünlü işadamı Cristian Grey ile röportaj yapmak için randevu aldığı gün yatak döşek hastalanmıştır. Mutlaka o röportajın yapılması gereklidir ve Ana’dan yardım ister. Çekingen, sıradan görünümlü, kendi halinde Ana edebiyat öğrencisidir ve bu işin altından kalkamayacağı konusunda arkadaşının bu isteğine direnir. Ancak Kate onu ikna eder ve Ana’da çaresizce ve hiç istemeyerek bu isteği kabul etmek zorunda kalır.  Zaten olaylar  da bu andan itibaren ilgi çekici ve sürükleyici bir hal almaya başlar.

Genç ve zengin işadamı Grey oldukça çekici bir adamdır.  Ana ilk görüşte onun cazibesine kapılır ve onula birlikte olabilmek için her şeyini vermeye hazırdır. Grey’de onunla olmak ister ancak bazı beklentileri vardır. Bu beklentiler kitabı sürükleyici hale getirmektedir. Grey’in beklentileri tamamiyle erotik fantezilerle doludur. Oldukça zekice düşünülerek avukatlar tarafından hazırlanmış bir sözleşme ile kendine bağlamaktadır. Çünkü Grey’in karanlık ve sır dolu bir dünyası vardır. Eğer bu dünyanın kapılarını sonuna kadar birine açacaksa bu sözleşme iki kişi arasında yapılmak zorundadır. İlk görünüşte Grey’in duygu yüklü olmaması karşısında Ana hayal kırıklığına uğrar. Ancak daha sonrasında olaylar Ana’nın davranışları neticesinde farklı boyut kazanmaya başlar.

Ana,  Grey’in bu ahlaksız gibi görünen teklifi karşısında önce ne yapacağını bilemez. Çünkü çok ağır seks fantezileri içermektedir. Uzaklaşmak ister ancak bir kere merakı uyanmıştır ve denemek ister. Grey o kadar çekici ve o kadar karşı konulamaz bir cazibeye sahiptir ki (bu kitapta gerçekten abartı ile anlatılmaktadır) Ana bu isteklere karşı koyamaz. Grey’in iş yaşantasından gelen hükmetme arzusu yatakta da devam eder. Grey’in şehvet dolu ve bir o kadar da cüretkar bir ilişkiye Ana’yı sürüklediğine tanık oluyoruz. Ana ise artık kayıtsız kalmamaktadır ve kendi arzularının sınırlarını öğrenmeye başlamıştır.

Kitap sanki klasik Brezilya dizilerini andıran bir durum ile başlıyor. Zengin, yakışıklı ve genç bir adam ve bakımsız, sıradan, çekingen bir kadın çok tesadüfi bir şekilde karşılaşır. Normal bir zamanda karşılaşmaları mümkün olmayan iki karakter. Hatta ilk karşılaşmalarında kızın Bridget Jones tarzı heyecandan ne yapacağını şaşırmış, eli ayağına dolaşan komiklikler sergilediğini de görüyoruz. Ana gibi biri Grey’i beğenebilir ancak Grey neden Ana gibi basit ve sıradan görünümlü birini arzulasın ki? Bu sorunun cevabı kitapta okuyucuyla buluşuyor.

Tüm dünyada ve ülkemizde de yankı uyandıran bu serinin heyecan dolu ilk serisini keyifle okumanız dileğiyle…

  

Kitabın Adı : Grinin Elli Tonu

Yazarı:  E. L. James

Yayınevi : Pegasus Yayınları

Sayfa Sayısı : 576

Basım Yılı : 2012

Bozcaada - III



Dileğim bir kez daha gerçek oldu. Adaya üçüncü gidişimiz 2008 Ağustos. Yazın ortası ve ortalık cıvıl cıvıl. Deniz pırıl pırıl ama bir o kadar da buz gibi. Bu defa çok araba vardı ki önümüzde bir sonraki gemiyi beklemek zorunda kaldık. Dört saate yakın bir vakitimiz vardı ve bütün günümüzü öldürmek niyetinde değildik. Arabadan mayolarımızı alarak hemen yanıbaşımızdaki kumsala attık kendimizi.

Kaikas otelde kaldık. Kaikas kahvaltı'da devrim yaratmış. Kızarmış hamurdan, reçelin her çeşitine , binbir çeşit ekmekten arzu edilen her kıvamda yumurtaya kadar yok yoktu. Zengin reçel, peynir, zeytin ve tatlı tuzlu kurabiye çeşitleriyle midelerimiz bayram etti. Bu güzel kahvaltı keyfini yapabilmek için otelde kalmanız gerekmiyor. Dışarıdan da kahvaltıya gelenler olduğunu gördük. Odalar gayet temiz ve otelin mimarisi oldukça başarılıydı. Meslekleri mimarlık olan bir çiftin yapabileceği en güzel şeyi yapmışlar ve Bozcaada gibi bir yerde oldukça şık butik bir otel açmışlar. Çok keyifli bir mekandı ve bir anda sanki balayımızı tazeliyor havasına giriverdik bu ambiyansla.

Kahvaltıdan sonra Ayazma Plajı’nda denizin ve güneşin tadını çıkardıktan sonra akşamları yemek için sahildeki restaurantlara gittik. Her zamanki gibi mezelerin lezzetleri yerindeydi. Plajların ne kadar kalabalık da olsa güney sahilleri kadar kirli kalabalığın olmadığını gördük.

Son gün plaja gitmemeye karar verdik. Bu defa planladığımız gemiye binebilmek için kahvaltıdan hemen sonra arabamızı erkenden sıraya koyduk. Öğleden sonra araçların oluşturduğu kuyruğu görünce oldukça akıllıca bir harekette bulunmuşuz dedik. Şarap aksesuarları dükkanından birkaç hediyelik aldık. Akik taşının uğur getirdiğine inanan bir tezgahtardan taşlar hakkında kısa bilgi aldıktan sonra akik bir kolye satınaldım. Bol bol fotoğraf çektik. Tam o sıralarda meydandan gelen davul zurna seslerine kulak kabarttık ve oraya doğru yürüdük. Çok eğlenceli bir köy düğününe tanıklık etmekteydik. Meydandaki köy kahvesinde damat uzunca bir tabureye oturmuş tıraş oluyordu. Birileri de tam onun tıraş olduğu yerde şıkır şıkır göbek atıyordu. Oynayanlardan özellikle biri çok dikkatimi çekmişti ki kısacık sapsarı saçları, kırmızı askılı bluzu ve uzun fırfırlı beyaz eteği ile fıkır fıkır dans ediyordu. Sonradan öğrendik ki meğer gelin ta kendisiymiş. İkram edilen limonataları içtikten sonra yavaş yavaş dönüş için hazırlandık.tatilimizi 2 gece 3 gün ile sınırlı tuttuk. Çünkü Şarköy’de 6 aylık oğlumuzu ananesine bırakmıştık. Bu oğlumuzdan ilk uzun ayrılışımız oldu. Biraz içim buruktu tabiî ki. Fakat adaya ayak bastığımda anladım ki 6 ay boyunca zor ve yorucu bir dönemden geçmişim. Biraz olsun dinlenmeye ve kendime gelmeye ihtiyacım varmış. Bu kararı verip tatili organize eden eşime ne kadar teşekkür etsem az gelir.
Yazın güneşin ve denizin tadı Bozcaada da nasıl olur bir yandan da bu merakımızı gidermek için burayı tercih etmiştik. Daha öncekigelişlerimiz sonbahar ve kışa denk gelmişti diğer yazılarımdan da hatırlanacağı üzere...


Kısa olmasına rağmen keyifli geçen bu tatil bana iyi gelmişti. Oğlumu çok özlemiştim ama ada ile bir kez daha vedalaşıyor olmanın hüznü vardı. Gemiye bindiğimde tekrar gelebilmeyi dilemenin yanında bu defa oğlumla gelmeyi dileyerek geleneğimi bozmadım ve denize para attım. O anda içimden bir ses “emin ol tekrar geleceksin hemde çoluk cocuk ” dedi.














22 Aralık 2013 Pazar

Çamlıca'da Bir Günbatımı ve Beylerbeyi'nde Bir Gece


 



Gözde



Tarih : Agustos 2010
Yer: Çamlıca ve Beylerbeyi
Fotoğraflar : Çiğdem - Mert Ersoy
Güne Damgasını vuran isimler : Gözde, Kemal, Cemil, Yasemin, Engin, Mert
Günün anlam ve önemi : İftar yemeği vesilesi ile toplaşmamız :)

19 Aralık 2013 Perşembe

İmparator - Erol TOY


Kitap ile Ekim 2012 , 6. Beyoğlu Sahaf Festivali’nde tanıştım. Alsam mı almasam mı Erol Toy nasıl bir yazardır , hiç tanımıyorum bilmiyorum da gibi sorularla kitabı elimde evirip çevirirken kulağıma fısıldayan bir ses ile irkildiğimi hatırlıyorum. “ Al al sen bu kitabıııı, çok düşünme aal. Al da gör bak neler dönüyor ülkede ? Kimler nasıl nerelerden nerelere nasıl geliyor ? Oku ve gör ! “  Bu sözler üzerine çok düşünmeden kitabı aldım.

Öncelikle kitabın yazarı Erol Toy’dan bahsetmek istiyorum. Çünkü ben aslında bu sahaf festivalinde sadece bu kitapla değil, başka bir cevheri  yazar Erol Toy’u da keşfetmiştim. Kitaplarını toplumsal , siyasal ve ekonomik sorunları yalın bir dil ile kaynaklara dayanarak yazmış olması yazarın en önemli özelliklerinden biridir. Hiçbir zaman gerçekçi anlayışından taviz vermemiş ve tarihsel süreçleri gözardı etmeden gözler önüne sermiştir. Yazarın bu kitaptaki en büyük başarısı ise bana göre herhangi bir tenkite veya övgüye yer vermeden , yorumu tamamen okuyucuya bırakarak tüm açıklığı ile bizlere sade ve akıcı bir dille aktarmasıdır.

Erol Toy bu kitabında Fehmi Çok karakteri ile aslen Vehbi Koç’un hayatını bizlere aktarmaktadır. Roman 1920 ‘lerde yeni tohumları atılan Türkiye Cumhuriyeti devrinde ve Ankara’da geçmektedir.  Kitabın ilk basım tarihi 1974 olmasıyla bu tarih öncesine ışık tutmaktadır. Fehmi Çok’un keşfedilen tüccarlıktaki başarısı onun önce ticaret sonra sanayide güçlü olma hırsı ile üst kademelere erişmesine ve siyasete kadar ilermesine de vesile olmuştur.  Bu hızlı büyüme ile dikkatleri de üzerine çekmektedir. Gücünü koruyabilmek adına Avrupa ülkeleriyle işbirliğine girmekte ve sonuçlarına da katlanmaktadır. Çünkü yapılan işbirlikleri o dönem iktidarını doğrudan etkilemektedir. Çakışan çıkarlar arasında dönen emperyalist oyunları bizlere yansıtmaktadır.

Hayatımız boyunca kütüphanemizde durması gereken ve farklı yaş aralıklarıyla tekrar tekrar okunması gereken bir kitap. Çünkü her okuyuşta farklı bir tarafı yakalayıp görmüş olmak bu kitabı değerli hale getiren en önemli özelliktir.

Kitabın Künyesi

Kitabın Adı : İmparator
Yazarı : Erol Toy
Yayınevi : Yaz Yayınları
Sayfa Sayısı : 384
Basım Tarihi : 1997

2 Kasım 2013 Cumartesi

Bozcaada - II



İkinci gidişimiz 2006 Eylül ayı. Aradan 6 yıl geçmiş ve ada artık kalabalıklaşmıştı. Gerçi Şeker Bayramı tatili nedeniyle de hareketliydi ama 6 yıl sonra farklılığın derecesi ortadaydı. Yeni yeni kalacak mekanlar yeni yeni cafeler açılmış ,ayrı bir renk katmıştı adaya. Bu defa ilk gittiğimizde göremediğimiz Polente Feneri ve rüzgar değirmenleri dahil adanın dört bir yanını görmek arzusundaydık.

İlk gün bir şişe şarabımız ve marketten aldığımız ekmek, domates, peynirimiz ile Değirmentepe’ye çıkıp piknik yaptık. Gerçekten orda bir değirmen vardı ve ada bu tepeden muhteşem görünüyordu. Adada harabe yapılarla karşılaşmaya alışıktık. Bu harabe değirmeni de keşfetmek için can atıyorduk. Peynir ve domatesi gören sineklerin istilasına uğrasak da keyfimizi bozamadılar. Hava gri bulutlarla kaplıydı ve deniz lacivert görünüyordu. Manzaramız tek kelimeyle kusursuzdu.

Ertesi gün kahvaltımızı otelin bahçe katında yaptık. Taptaze yumurta,kızarmış ekmek, mis gibi tereyağı ve adaya özgü çiçeklerden yapılmış doğal reçeller…Güneş masmavi gökyüzünden bize gülümsediği sırada motor kiralamaya karar verdik. Hedefimiz Polente Feneri ve Rüzgar değirmenlerini görmekti. Bu adada daha keşfedilecek pek çok şeyin varolduğunu tahmin edebiliyorduk. Rüzgar değirmenlerine yaklaşırken heyecanlandığımı, yakınına gittiğimde ise büyülendiğimi söylemeliyim. Uzakta batık bir gemi halatlarla karaya bağlanmış sırlarla dolu bize bakıyordu. Burada epeyce bir vakit geçirdikten sonra motorumuza atlayıp adanın diğer görmediğimiz koylarını görmek için yola koyulduk. Corvus fabrikasına rastladık ve durmadan edemedik. Anı olarak ufak bir şarap aksesuarı aldık. Bir sonraki durağımız Aral tatil çiftliği oldu. Kapıdan neresi acaba burası diye bakınırken sevimli işletmecileri davette bulundu. Tam da kurt gibi acıkmışken. Buz gibi biralarımızı açtık ve bir güzel karnımızı doyurduk. Keçi damı, Saman damı, Kiler, Kümes , Arılık gibi birbirinden espirili isimleri olan on taş odadan oluşan Aral Çiftliği’nde her çeşit hayvanı görebilmek mümkün. Özellikle çocukları olan ailelerin tercih ettiği bir mekan. Biraz hamak keyfinden ve birazda etrafta gezinti yaptıktan sonra yolumuza çam ormanlarının içinden geçerek devam ettik.

Ertesi gün müzeyi gezdik. Ada’nın geçmişine dair hoş bir yolculuk yaptık. Bir harita dikkatimizi çekti. Ada’nın kuşbakışı kara kalemle çizilmiş bir yerleşim planı. Plana bakılınca bariz olarak farkedilen tek şey evlerin ve sokakların yarısının gelişigüzel , diğer yarısının ise sokak aralarına kadar muntazam bir hattı takip ederek inşa edilmiş olmasıydı. Düzenli inşa edilmiş olan taraf Rum mahallesi, dağınık olarak inşa edilmiş olan taraf ise Türk mahallesi olduğunu oradaki görevliden öğrendik. Müzeden çıktık ve sokak aralarını dolaşmaya başladık. Kafamızdaki bu bilgiyle ayrımı artık net bir şekilde görebiliyorduk.

Akşam üzerlerini Polente Cafe’de birer kadeh şarap içip kitaplarımızı okuyarak geçirdik. Yemek vakti ise sahile konuçlanmış küçük restaurantların mavi -beyaz kareli örtüler serilmiş masalarına kurulup rakı-balık en büyük keyiflerimizden biriydi. Bir gün Koreli’de bir gün Boruzan’da gerçekten de tadına doyamadığımız mezeler tattık. Peynirin üzerine hafif zeytinyağı gezdirip birazda fesleğen ve sumak atarak renklendirmeyi buradan öğrendim diyebilirim.

Geleneği bozmadım ve ilk geldiğim zaman ayrılırken ne yaptıysam onu yaptım. Gemiye bindiğimizde tekrar gelebilmeyi diledim ve batıl bir inançla denize para attım...


Müzedeki "Vasil'in Meyhanesié 'nden bir canlandırma










29 Ekim 2013 Salı

Fotoğraflarla Tekne Seyahati








 


Tarih: Temmuz 2010
Fotoğraflar : Çiğdem- Mert ERSOY
Tekne : Jazz İstanbul
Yer: Cunda Adası Açıkları


19 Ekim 2013 Cumartesi

Düşe Kalka Büyümek


Dört yıl önce okuduğum ilk Yankı Yazgan kitabıdır Düşe Kalka Büyümek. Yeni anne olduğum yıllar en ihtiyaç duyduğum kitap. Hiç unutmuyorum bana terapi gibi gelmişti. Çünkü ilk aylar çocukla birlikte düşüp, birlikte kalktığım için harap ve bitap düşmüştüm. Bu böyle olmaz, çocuk dediğin düşe kalka büyür diyerek kitapevinde bulduğum bu kitaba sarılmış ve bir solukta okuyup bitirmiştim.

Prof. Dr. Yankı Yazgan’ın 5 bölümde ele aldığı kitabının ilk bölümünün başlığı “İşte Aşk Bu !”  tam da kendini kaptırmış annelere hitap ederek başlar sanki… Bütün kitapları gibi bu eseri de her bir bireye olaylara farklı bir perspektiften bakmayı, empatiyi ve ufkumuzu geniş tutmayı gösteren klavuz niteliğindedir.

Bu kitabın makalesini yazmak için yeniden elime aldım. Dedim ki önemli ne varsa bahsetmeli. Ancak görüyorum kitapta neredeyse altını çizmediğim yer kalmamış. Kitapta çocukla nasıl iletişim kurulurdan tutun da genlerimizin dahi nasıl etkili olduğuna kadar, digital dünyanın yarattığı olumlu olumsuz etkilerden her türlü ölüm, boşanma,savaş ve doğal afetler gibi durumlara kadar açıklayıcı bilgilere sahip olabilirsiniz.
Kitapta her bölüm için özel hazırlanmış karikatürler  yer almaktadır. Espirili bir dil ile o bölümün ana teması işlenmeye çalışılmıştır. Kitaba ayrı bir keyif katmaktadır.

Türk tipi anne babalığı anlattığı bölüm esasen benim favori bölümlerim arasındadır. Son derece sevecen, yemeyip yediren , neye göre gevşek neye göre katı kurallar konulduğu çözülemeyen, kuralları olan ama bir türlü uygulayamayan ikili tutumlar vs… Dahası merak edenler için bu kitapta… Anne baba kaygısı hiçbir zaman bitip tükenmeyen bir kaygıdır. Korku ve kaygının bu ülkede çocuk yetiştirenlerin zihninde neden hakim? İşte Yangı Yazgan bu konuyada tüm çarpıcılığı ile değinmiştir.
Annelerin çoğu çocuklarına her an bir zarar gelme olasılığını akıllarına getiriyorlar. Yani bende o annelerden biriydim aslında. Kitabı okuduktan sonra düşünceler birden bire değişmiyor elbette ki ama içimizi rahatlatıcı ve bu endişenin kendimizi yormaktan ,yıpratmaktan başka bize bir şey katmadığını öğreniyoruz. Bunu nasıl iyileştirebiliriz konusunda bize ışık tutuyor.

Kitapta çocukların ruh sağlığı ile ilgili bir bölümde yer almaktadır. Genç nüfus ağırlıklı ülkemiz içinde milyonlarca çocuk ve yeni ergen gençlerimizin ruh sağlığı sorunlarından bahsedilmiştir. Çocuk psikiyatristi kimdir sorusunun yanıtından başlayarak , bunun toplum ruh sağlığındaki önemli rolüne kadar, hatta bu bölüme başvuru sayısını azaltmayı hedeflememize kadar neler yapmalıyız çok sade ve anlaşılır biçimde bize aktarılmaktadır.

Çocuklu hayata geçiş yapan biz ebeveyinlere ışık tutan bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Aslında sadece ebeveyinlerin değil hepimizin bilmesi gereken ayrıntılar bilimsel bir bakış açısıyla , yalın bir dille Yankı Yazgan klavuzluğunda okunası bir dille bizlere aktarılıyor.
 

Kitabın Adı : Düşe Kalka Büyümek

Yazarı:  Yankı Yazgan

Yayınevi : Doğan Kitap

Sayfa Sayısı : 222

Basım Yılı : 2009 / 5. Baskı

www.kitapmakalem.com

18 Ekim 2013 Cuma

Bozcaada - I


Bozcaada’ya 2000 yılından bu yana üç defa gitmiş biri olarak her defasında farklı duygularla ayrıldım adadan. Çünkü hem yaş olarak büyüyor hem de ada her geçen yıl biraz daha farklılaşıyordu. Bozcaada üçlememin ilki olan bu yazımda, fotoğraf karelerinde el değmemişliğin izlerini görebilirsiniz.

Bozcaada’ya ilk gidişimiz “Güle Güle” filminden hemen sonra oldu. Yıl 2000. Aylardan Mart. Kurban Bayramı tatiliydi. Geyikli iskelesinde sadece 4 kişiydik. Ben, Mert, öğretmen bir kadın ve bir gezgin. Bizi adaya götürecek gemiyi bekleyen başka kimsecikler yoktu. Tek bir araba, otobüs bile… Hava inanılmaz soğuktu ve müthiş bir rüzgar vardı. Gemi suları köpürte köpürte iskeleye yanaşırken kale ve bacalarından duman süzülen taş evler tüm doğallığı ile karşımızdaydı. İlk ayak bastığımız yer Ada cafe olmuştu. Ada cafenin yeni halini bilenler bilirler. Eski halini bilmeyenler için cafenin eski halinden bir görüntüyü paylaşmaktan mutluluk duyarım… Lakin nostaljiye bayılırım.

Kırlı pansiyonda kaldık. Bugünkü kadar çok seçeneğimiz yoktu ancak sıcak suyun olduğu tek pansiyondu diye hatırlıyorum. Akşamları Boruzan Restoranda  yemek yedik. Hiç unutmam Boruzan Restorantın sahibi ertesi bayram bize kart yollamıştı. Bu nazik davranışları bizi şaşırtmış ve mutlu etmişti. Adayı görür görmez zaten kanımız ısınmıştı üstüne böyle bir jest oldukça hoşumuza giden bir durum olmuştu.

Gezintimiz sırasında sokak arasında kocaman kapısı olan taş bir bina gördük. Hafif kapıyı araladık ve içeri girdik. Gözlerimize inanamadık. Daha önce hiç böyle bir manzara ile karşılaşmamıştık. Kocaman fıçılardan anlaşılıyordu ki burası eski bir şarap mahzeniydi. Yıkık ve harabe görüntüsü ise ne kadar eski olduğunun göstergesiydi. Bu eski şarap mahzeni ikinci gidişimizde otel haline gelmişti. Bütün gizemini kaybettiği için hüzünlenmedik değil. Ancak o halini görebilme şansını elde ettiğimiz içinde mutluyduk. Sokak aralarını arşınlarken çok güzel kareler yakaladık. Fotoğraflarda sokaklara dikkatli baktığınızda kimseciklerin olmadığını göreceksiniz.

Rüzgar değirmenlerini görmek için, yürüyüş yollarını gösteren haritamıza bakarak yola çıktık. Çam ormanlarının arasında bir başka harebe taş yapı gördük. Bu yapılar karşısında büyülenmemek mümkün değildi. Ayazma Plajı’nı gördük. Saatlerce yürüdüğümüzü hatırlıyorum ve çok yorulduğumuzu da… Haritaya bakılırsa rüzgar değirmenlerine ve Polente Feneri’ne daha çok yol vardı. Bizim ise sadece dönüş yapabilecek enerjimiz kalmıştı. Ya bisiklet ya motor ya da araba ile gidilebilecek mesafelermiş. Bu yüzden yürüyerek adayı turlamak gibi bir hataya düşmemenizi öneririm.

Dönüş vakti geldiğinde gemi adaya yaklaşırken nasıl heyecanlandıysam, iskeleden uzaklaşırken de aynı heyecanı duydum. Adadan ayrılırken tekrar gelebilmeyi diledim ve batıl bir inançla denize para attım.