18 Ekim 2013 Cuma

Bozcaada - I


Bozcaada’ya 2000 yılından bu yana üç defa gitmiş biri olarak her defasında farklı duygularla ayrıldım adadan. Çünkü hem yaş olarak büyüyor hem de ada her geçen yıl biraz daha farklılaşıyordu. Bozcaada üçlememin ilki olan bu yazımda, fotoğraf karelerinde el değmemişliğin izlerini görebilirsiniz.

Bozcaada’ya ilk gidişimiz “Güle Güle” filminden hemen sonra oldu. Yıl 2000. Aylardan Mart. Kurban Bayramı tatiliydi. Geyikli iskelesinde sadece 4 kişiydik. Ben, Mert, öğretmen bir kadın ve bir gezgin. Bizi adaya götürecek gemiyi bekleyen başka kimsecikler yoktu. Tek bir araba, otobüs bile… Hava inanılmaz soğuktu ve müthiş bir rüzgar vardı. Gemi suları köpürte köpürte iskeleye yanaşırken kale ve bacalarından duman süzülen taş evler tüm doğallığı ile karşımızdaydı. İlk ayak bastığımız yer Ada cafe olmuştu. Ada cafenin yeni halini bilenler bilirler. Eski halini bilmeyenler için cafenin eski halinden bir görüntüyü paylaşmaktan mutluluk duyarım… Lakin nostaljiye bayılırım.

Kırlı pansiyonda kaldık. Bugünkü kadar çok seçeneğimiz yoktu ancak sıcak suyun olduğu tek pansiyondu diye hatırlıyorum. Akşamları Boruzan Restoranda  yemek yedik. Hiç unutmam Boruzan Restorantın sahibi ertesi bayram bize kart yollamıştı. Bu nazik davranışları bizi şaşırtmış ve mutlu etmişti. Adayı görür görmez zaten kanımız ısınmıştı üstüne böyle bir jest oldukça hoşumuza giden bir durum olmuştu.

Gezintimiz sırasında sokak arasında kocaman kapısı olan taş bir bina gördük. Hafif kapıyı araladık ve içeri girdik. Gözlerimize inanamadık. Daha önce hiç böyle bir manzara ile karşılaşmamıştık. Kocaman fıçılardan anlaşılıyordu ki burası eski bir şarap mahzeniydi. Yıkık ve harabe görüntüsü ise ne kadar eski olduğunun göstergesiydi. Bu eski şarap mahzeni ikinci gidişimizde otel haline gelmişti. Bütün gizemini kaybettiği için hüzünlenmedik değil. Ancak o halini görebilme şansını elde ettiğimiz içinde mutluyduk. Sokak aralarını arşınlarken çok güzel kareler yakaladık. Fotoğraflarda sokaklara dikkatli baktığınızda kimseciklerin olmadığını göreceksiniz.

Rüzgar değirmenlerini görmek için, yürüyüş yollarını gösteren haritamıza bakarak yola çıktık. Çam ormanlarının arasında bir başka harebe taş yapı gördük. Bu yapılar karşısında büyülenmemek mümkün değildi. Ayazma Plajı’nı gördük. Saatlerce yürüdüğümüzü hatırlıyorum ve çok yorulduğumuzu da… Haritaya bakılırsa rüzgar değirmenlerine ve Polente Feneri’ne daha çok yol vardı. Bizim ise sadece dönüş yapabilecek enerjimiz kalmıştı. Ya bisiklet ya motor ya da araba ile gidilebilecek mesafelermiş. Bu yüzden yürüyerek adayı turlamak gibi bir hataya düşmemenizi öneririm.

Dönüş vakti geldiğinde gemi adaya yaklaşırken nasıl heyecanlandıysam, iskeleden uzaklaşırken de aynı heyecanı duydum. Adadan ayrılırken tekrar gelebilmeyi diledim ve batıl bir inançla denize para attım.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder