4 Nisan 2013 Perşembe

Prag'ta Güneşli Eylül


  
Yolculuk sabahı İstanbul’da yağmurlu bir güne uyandık. Ben 7 aylık oğlumu İstanbul’da bırakmış olmanın hüznünü yaşarken  aslında Prag’ta bizi güneşli bir üç gün beklemekteymiş. Eylül ayının sonu olmasına rağmen mevsim normallerinin üstünde seyreden sıcak hava dalgasına rastgelmemiz çok büyük bir şans olmuştu. Güneş üç gün boyunca yüzümüze güldüğü için gezimiz işkence haline dönüşmedi. Gerçi böyle muhteşem bir kentte yağmur çamur olsa bile  güzellikleri gölgeleyemez.

Havaalanına vardığımızda acentamız Yeşil Elma’nın standını bulup biletlerimizi aldık. Check-in yaptıktan sonra sorunsuz bir uçuşla Prag’a vardık. Rehberimiz ile birlikte oldukça hızlı panaromik şehir turunun ardından otele giriş yaptık. Rehberin tatmin edici hiçbir bilgi vermediğini farketmemiz uzun sürmedi. Astronomik saat kulesi hakkında elimizdeki kitapçıktan çok daha fazla bilgi aldık. Rehber ile tek bağlantımız birinci gün ve sonuncu gün oldu.  Bu turun bize kattığı güzel şeylerden biri de Ayşegül ve Tolga gibi iki güzel insanla tanışmak oldu. O günden sonra ayrılmadık ve tur boyunca beraber gezerek Prag'ın tadını çıkardık.

Otele yerleştikten sonra gece yemek yemek için Eskişehir Meydanı’na indik. Çek biraları sudan ucuz ve tadları bir harika. Normalde dark bira içemeyen biri olarak dark bira sever hale geldim. Çünkü İstanbul’da içtiğim dark bira gibi acı ve sert değillerdi. O gece yemekte Ayşegül ve Tolga ile birlikte rehber olmadan kendi başımıza gezebileceğimize karar verdik ve kitaplarımızı açarak ertesi günün rotasını çizdik.

Otelimiz Eski Şehir’de Barut kapısına yakın bir yerdeydi. Bu yüzden çok rahat ettik. Merkeze yakın oteli tercih eden  kızkardeşim ve diğer arkadaşlarımıza acentadan yürüyerek merkeze gidilebilecek yakınlıkta olduğu söylenmesine rağmen hiç de öyle olmadığını gördük. Onlar her gece metroya binmek koşuluyla Eski şehir’e gelip gittiler.
 

Ertesi sabah erkenden kalktık ve planladığımız gibi 90 dakikalık Kral Yolu yürüyüşüne başladık. Bu yürüyüş adını Bohemya Kral ve kraliçenin taç giyme törenlerinden almış. Namesti Rebuplıky caddesinden Belediye Sarayı’na döndük ve Gotik mimari yapısı olan Barut Kapısı’nın altından ilerlemeye başladık. Prag’ın en eski sokaklarından olan Celetna sokağına geldik. Mimari açıdan Barok ve Rokoko tarzı evler göz alıcıydı.  Kafalarımız yukarlarda bu yapılara hayran hayran  bakakalarak Eski Şehir Meydanı’na geldik. Tyn Kilisesi’nin önünde durduk. İçeri girmedik. Ama eminim görülmeğe değer pek çok şey kaçırdık. Eski Belediye Sarayı, Aziz Niklaus Kilisesi ve Astronomi saatinin tekrar üzerinden geçerek meydandan çıktık.

Galerilerle dolu Karlova sokağı’na döndük.  Eski Şehir Köprü Kulesi’nin altından Karel Köprüsü’ne ilerledik.

Elimizdeki kitapçıktan tek tek heykellerin hikayelerini okuduk. Küçük mahalle kulelerinin altından yola devam ettik. Küçük mahalleyi adım adım gezmedik. Aziz Niklaus Kilisesi ve Wallenstein Sarayı Bahçesi'ni gezdik. Eskiden kralların yaptığı gibi bu yoldan yürüdük. 2,4 kilometrelik rotamız Aziz Vitus Katedrali'nde son buldu.

Akşama doğru Yeni Şehir'in bir kısmını gezdik ve çok tesadüfen Eski Şehir'e giden tekneleri bulduk.  Saatlerce yürümüş olmanın verdiği yorgunluğu bu keyifli tekne turunda atmış olduk.

Tekneden indikten sonra Yahudi Mahallesini görmek için haritalarımızı açtık ve yürümeye başladık.
Akşam yemek için sokak aralarında dolaşırken ördek eti yapan bir restauranta rastladık. Bol marineli leziz bir yemek yedik. Tadı hala damağımda….

Ertesi günkü planımızda Karlovy Vary vardı. Erken bir vakitte kalktık ve kahvaltıdan sonra metroyu kullanarak terminale doğru hareket ettik. Metro sistemleri çok karmaşık değildi. Hiç zorlanmadık. Tolga'nın dediğine göre Paris metrosu çok daha karmaşıkmış. Terminalden otobüs biletlerimizi aldık ve 2 saat sonra kendimizi Karlovy Vary'nin muhteşem sokaklarında bulduk.

İnsanın ömrüne ömür katan bu yerde kendimizden geçtik. Nehir kenarını takip ederek yolun sonuna kadar yürüdük. Colonnade Park, Mill Colonnade, St. Maria Magdalena Kilisesi, Spa Kalesi yol boyunca gördüğümüz güzel yapılardan sadece en önemlileriydi. Bu cennet misali mekanda kalbimizin bir parçasını bırakarak ayrıldık.

Aklımızda Prag ile ilgili görmediğimiz Vaclav Meydanı'nı ve Ulusal Tiyatro’yu görmek vardı. Otobüsten iner inmez metro ile Yeni Şehir'e geldik. Hava kararmak üzereydi ve üç gün boyunca yüzümüze gülen güneş bu defa yerini minik yağmur damlalarına bırakmıştı. Soğuktu ve yağmur çiseliyordu.

Devlet Operası'nın önünden yürüdük ve biraz soluklanmak için otellerimize dağıldık.
Bir kaç saat dinlendikten sonra bir şeyler içmek için meydana doğru yürürken blues tınılarının geldiği bir bar keşfettik ve kendimizi çok keyifli canlı bir performansın içinde bulduk. Red Hot & Blues Cafe. Son gecemizi de böylece bitirmiş olduk.

Ertesi gün biliyorduk ki acentamız bize çok güzel bir süpriz yapmıştı. 3 gece 4 günlük turu sattıktan sonra uçak saatini erkene alarak Prag'ta geçireceğimiz yarım günü de böylece iç ettiler. Bu yetmiyormuş gibi Atatürk Havalimanı yerine Sabiha Gökçen'e indirdiler. Bu duruma en çok Tolga ve Ayşegül sevindiler. Çünkü onlar Sakarya'da ikamet ettiklerinden hem erkenden evde olacaklardı hemde Ssbiha Gökçen'e inerek yolun yarısını gelmiş oluyorlardı. Ama biz bunun ne kadar can sıkıcı olduğunu konuşarak otelimize geri döndük. Hem rehberin disiplinsizliği hemde acenta olarak yaptıkları bu yaklaşımlarından ötürü tekrar tercih etmeyeceğimiz acentalar listesine ekledik ve erkenden havaalanının yolunu tuttuk.

Aklımda Prag'tan kızılın binbir türlü rengi, geleneksel birasının tadı, Barok tarzı muhteşem yapıları, birbirinden güzel kuklaları, arnavut kaldırımlı taş sokakları kaldı.


















                                     






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder